Son Yemek

· 9 dakikada okunur
Son Yemek
Fotoğraf: Savernake Knives / Unsplash

12 Mayıs

Karanlık, çok karanlık. Üşüyorum. Gözlerim açık ama kendi bedenimi bile göremiyorum. Kafama vurup bayıltmış olmalılar. Başımın arkasında bir yumru elime geliyor, dokundukça sızlayan ve acısı bütün vücuduma yayılan bir yumru. Fakat acının tek odağı o değil. Doğru düzgün göremesem ile elimin sancımasından bir şeylerin ters gittiğini anlıyorum. Sol elimde iki parmağım eksik. Yerinde koca bir sargı var. Lanet olası iki parmağım yerinde değil.

Başımın ağrısı düşünmeme engel oluyor. Kaza mı geçirdim? Neden revirde değilim? Hayır kaza değildi. İstasyondan çıktık ve şehre gittik. Evet aynen öyle oldu. Elim zonkluyor, artık orada olmayan parmaklarımın acıdığını hissediyorum. Hayalet uzuv sendromu… Bu neden geldi ki aklıma şimdi? Acı ne garip, bütün kolum zonkluyor şimdi de, sanki düşündükçe katlanarak artıyor. Bayılacağımı hissediyorum. Uzanıyorum.

***

9 Mayıs

Elinde üç dakikadır evirip çevirdiği yemek kitabının yıllardır tozlanmakta olduğu rafa baktı. Ufak tefek biblolar vardı. Üç tane melek, bir tane de sepet içinde çiçek biblosu. Sadece biblolar değil mutfağın tamamı bir parmak tozla kaplıydı. Sanki yanlışla dokunup bir şeylerin yerini değiştirmekten korkar gibi ürkek ve yavaş adımlarla mutfağın kapısına yöneldi. Bütün çabasına rağmen, her zaman olageldiği üzere, yerde kendi halinde duran bir yağ tenekesine takıldı. Yarı dolu teneke yere devrilirken tok bir ses çıkardı ve tam sıkışmamış yağ tıpası mutfağın diğer tarafına sıçradı. Sarı parlak sıvı mutfağın granit döşemesine yayılırken kadının aklından geçen ilk düşünce nasıl bir dokusu olduğuydu. Elbette bu sıvıya dokunmak için yeterli güvenlik protokolüne sahip değildi. Bunu aklından bile geçirmemesi gerekiyordu. Fakat zihninin karanlıkta ve ücrada kalan bir başka köşesi, hayatı boyunca tadına bakmadığı hatta bu kadar yakından ilk defa gördüğü sıvı şeyin parmağında nasıl bir his bırakacağını öğrenmek için çıldırıyordu.

Yere eğilip minik yağ birikintisine daha yakından baktı. Siyah granit üzerinde parıldayan yağın üzerinde kendi suretini gördü. Koruyucu giysinin içine taktığı gözlüğün ardından ancak seçilen gözlerini. En son bu yağ tenekesine dokunmuş kişiyi düşündü. Biraz önce elinde tuttuğu yemek kitabına bakarak, mutfağın köşesine yerleştirilmiş ocağın üstünde bu yağı kullanarak yaptığı yemekleri. Bu mutfağı terk ederken günün birinde birinin gelip bu yağ tenekesine çarpacağını umarak mı onu ortalıkta bırakmıştı? Ya da yanına almayı düşünmüş, sonra da bu riske değmeyeceğini düşünerek kapıdan geri dönüp ortalık yere bırakıvermiş miydi? Bütün bu düşünceler yaklaşık bir saniye içinde zihninde yanıp söndü.

Mutfağa giren takım kıdemlisi Ogün etrafa saçılmış yağı görünce hafif bir tereddüt yaşadı ama çabucak toparlanıp koruyucu kıyafetin üstüne monte edilmiş telsize dokundu. “Çiçek Sokak, numara 81, daire 7. Temizlik ekibi gerekiyor, ev ham halde.” Kıyafetin içindeki kulaklıktan onaylayan bir ses duyuldu. Kadına dönüp “Yürü Selin, dışarı çık şuna bulanmadan,” dedi. “Çocuk odasında yığınla abur cubur dedikleri paketlenmiş gıdalardan var. Bunca yıldır nasıl atlanmış burası.”

Apartmandan çıkıp temizlik ekibinin gelmesini beklemeye başladılar. Elden geçirilmiş, didik didik aranıp organik atıklardan arındırılıp temizlenmiş evlere “işlenmiş” deniyordu. Yıllar önceki felaketten beri bir şekilde gözden kaçmış, atlanmış evlere ise “ham” deniyordu. Bu ev bu apartmanda rastladıkları tek ham daireydi, hatta Selin mesleğe başladığından beri, gördüğü beşinci ham evdi.

“Bu normal değil,” dedi Ogün. “Hiç normal değil hem de, şehir boşaltıldıktan sonra bu evlerin hepsi aranıp temizlenmiş olmalıydı, bu apartmana temiz raporu verenlerin ihmali var. Ofise döner dönmez bu işi kurcalayacağım.”

“Neden bu kadar celallendin anlamıyorum,” dedi Selin. İşe başladığından beri, yaklaşık üç yıldır, onu bu kadar sinirli görmemişti. Ogün kurum içi telsizini sessize almasını işaret etti. Daha önce sadece aşk hayatı ile ilgili dertleşeceği zaman Selin’e telsizini sessize aldırmıştı.

“Son zamanlarda kulağıma çalınan bazı şeyler var, önceden mümkün değil, olamaz diyordum ama şimdi saf davrandığımı görüyorum.”

Selin iyice gerildi. Bu işe bulaşıp isteyip istemediğinden hiç emin değildi. Okul borçlarını ancak bitirmiş yeni yeni belini doğrultuyordu ve açıkçası işini kaybetmeyi hiç istemiyordu. Bütün gün bu eski evlerde dolanıp durmak eğlenceliydi. Evet koruyucu kıyafetin içinde bazen bunalıyordu ama istasyondaki steril ortamdan çok daha yaşayan bir hali vardı şehrin. İçinde yıllardır hiç kimse yaşamamasına rağmen hem de.

“Duyduğuma göre, istasyondan zaman zaman şehre gelenler varmış. Geceleri, kaçak olarak, sırf yemek yiyebilmek için.” Hadi canım der gibi baktı Selin, fakat Ogün’ün gözleri çok ciddi bakıyordu.

“Bu intihar,” dedi Selin.

“Ya değilse,” dedi Ogün. “Ya besinleri tüketmenin bir yolunu buldularsa.”

“Ne yani sen buna inanıyor musun? Organik besinleri tüketmelerine imkân yok. Kimsenin yok. Şehir efsanesi bu. Hem farz et ki gerçekten bağırsak florasını düzenlemenin bir yolunu buldular, bunu neden saklasınlar ki?”

“Bilmiyorum,” dedi Ogün. “Kurcalayacağım işte. Son bir sene içinde ham halde bulunmuş bütün evlerin dosyalarına bakacağım. Belki ortak bir nokta bulurum.”

Ogün cümlesini bitirirken temizlik ekibi apartmanın önüne yanaştı. Selin’e telsizini tekrar açmasını işaret ederek gelen ekibi selamlamaya gitti.

***

13 Mayıs

Hâlâ karanlık. Başım, elim, kolum sancımaya devam ediyor. Soğuk, dümdüz bir betonda yatırıyorlar beni. Doğrulmaya çalışıyorum. Ne faydası olacaksa. Doğrulamıyorum. Dengemi bulamıyorum bir türlü. Sağ elimle vücudumu yokluyorum. Sol elim yok. Bu sefer avazım çıktığı kadar bağırıyorum.  Sesim boş duvarlardan çarpıp bana geri dönüyor. Öfkeyle bir kere daha doğrulmaya çalışınca başım dönüyor ve arka üstü yuvarlanıyorum. Kafam sert betona çarparken bütün vücudumda bir elektrik dalgası dolanıyor. Hissediyorum. Sadece elim değil, sol bacağımın da dizden aşağısı yok. Bütün vücudum acı içinde kıvranırken titremeye başlıyorum. Soğuk betonun üzerinde lime lime edilmiş bedenim daha fazla dayanamıyor.

***

10 Mayıs

“Felaketin neden olduğunu biliyorsun değil mi?”

Neden soruyor ki bunu şimdi diye düşündü Selin. Bu okulda öğretilen birinci dersti. Ogün’ü gücendirmemeye dikkat ederek “Elbette, herkes gibi,” diye cevap verdi.

“Ancak herkes kadar biliyorsun yani,” diyerek devam etti Ogün. Bir yandan da arşive giden uzun koridoru neredeyse koşar adım geçmekteydiler.

“Ogün neden sahada değiliz, hem arşive girmek için nasıl izin aldın?”

“Eğer benim kadar uzun süre çalışırsan her yerde tanıdıkların olur.” Selin daha fazla soru sormasına gerek kalmadan Ogün’ün eski sevgililerinden birinin arşivde çalıştığını hatırladı.

“İyilik isteyebilecek kadar aranız iyi demek ki,” dedi kadın manidar bir gülümseme ile. Ogün sert bir şekilde Selin’e döndü ve sarf edilen söz ile oldukça orantısız bir bakış fırlattı.

“Selin üç senedir yanımdasın, sana hiç mi bir şey öğretemedim ben. İyilik diye bir şey yoktur. Karşılığında bazı beklentilerin olduğu ödünler vardır. Dünyada hiçbir şey ama hiçbir şey karşılıksız değildir. Bunu asla aklından çıkarma ve kimseye güvenme.”

Selin adamın son zamanlarda iyice dengesini yitirmeye başladığının farkındaydı. Bu durumu üstlerine bildirmek zorunda olduğunu hissediyor ama bir yandan da adama karşı duyduğu sadakate boyun eğiyordu.

Gergin sessizliği yine Ogün bozdu. “Sizlere ne anlatıldığını biliyorum. Neden organik besinleri tüketemiyoruz çünkü bağırsak floramız artık bu besinleri sağlıklı şekilde sindirecek bakterileri içermiyor. Peki cevap ver o zaman, bütün o bakteriler bir anda nasıl yok oldu?”

Selin tam ağzını açacaktı ki Ogün devam etti. “Lütfen ezberden bir şeyler söyleme, gerçekten hiç sorguladın mı bunu? Neden artık şehirlerde yaşayamadığımızı, neden bu steril istasyonlara tıkıldığımızı? Milyarlarca insanın nasıl açlıktan kırıldığını? Gerçekten bir kere olsun sana öğretilen dışında bir gerçeğin var olabileceğini düşündün mü?”

Selin dehşete kapıldı. “Hayır Ogün, yapma, yoksa İnkârcılara mı katıldın?”

“İnkârcılar veya bir başkası, ne oldukları önemli değil. Önemli olan gerçekler.”

Selin bu sefer gerçekten de üstlerine bildirmesi gerektiğini biliyordu. Önce emin olmalısın kızım, diye düşündü. Belki de sadece orta yaş bunalımındadır. Adamın hayatını durduk yerde kaydırmanın âlemi yok.

“Ogün doğruyu söyle, gerçekten de felakete genetiği değiştirilmiş tohumların mı sebep olduğunu düşünüyorsun?”

Ogün cevap vermedi ama dudağının ucu alaycı bir şekilde yukarı kıvrıldı. Selin İnkârcıların savlarını şehirde tarama yaparken bulduğu bir broşürde okumuştu. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin bazı istenmeyen gen deformasyonlarına uğradığını, önce tohumlar yoluyla bütün tarım çiftliklerini sardığını, sonra da yemler içinde hayvan çiftliklerine yayıldığını anlatıyordu. Bütün habitat geri döndürülemeyen bu evrimsel hatadan payını almıştı. Bir tek insan genomu bundan etkilenmemişti ama tüketecek bitki ve hayvan olmayınca kaçınılmaz olarak açlıktan ve hastalıktan kırılmışlardı. Doğada yetişen her hangi bir şeyi yemeye kalkarsanız yoğun ishal ve kusma sonucu acılar içinde ölüyordunuz ve işin kötü tarafı bunu tedavi edecek bir ilaç da yoktu çünkü bütün ilaç endüstrisi de bitki ve hayvan bazlıydı.  Selin İnkârcıların bu deli saçması teoriyi neye dayandırdıklarını bilmiyordu. Tek bildiği şehirler terk edilip steril istasyonlara yerleşilirken birçok İnkarcının habersizce ortadan yok olduğuydu.

Arşivin kapısına geldiklerinde Ogün kadının yüzüne bakmadan “Vitamin ve mineral ilaveli plastik yemekten bıktım,” dedi.  “Eğer birileri o abur cuburları yemenin bir yolunu bulduysa bunu öğrenmek zorundayım.”

***

14 Mayıs

Gözümü açmaya zahmet etmiyorum artık. Acının beni birkaç dakika içinde sadece kâbus gördüğüm o karanlık dehlize ittireceğini de biliyorum. Sağ elim hâlâ burada, geriye kalan tek uzvum bu sanırım. Artık buradan dönüş olmadığını anlayacak kadar kan gidiyor beynime. İki bacak ve bir kol kaybettikten sonra burada durmayacaklar. Acımın bir an önce dinmesini istiyorum, nefesim kesiliyor. Sıcak gözyaşları süzülüyor yanaklarımdan. İlk defa ağlıyorum.

***

11 Mayıs

Selin bütün gün izinliydi. Bir önceki gün arşivde sabahtan akşama uğraşıp tek bir ipucu bile bulamadıklarında Ogün çok sinirlenmiş, takım kıdemlisi olarak ona işe gelmemesini emretmişti. Selin bunun normal olmadığını biliyordu, eninde sonunda müfettişler bu işi kurcalayacaktı. Genç kadın neredeyse bütün gün zihninin arka planında Ogün’ü savunmak için ne söyleyebileceğini tasarlamıştı. Bütün bu gerginlik yüzünden erkenden yatağa girmişti. Fakat gece yarısına yakın bir saatte kapısı tıklatıldığında hâlâ uyumak için debeleniyordu.

Sersem bir halde gidip kapının deliğinden baktı. Açıp açmamak arasında kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra kapıyı biraz araladı. Ogün’ün gözleri kan çanağına dönmüştü.

Kadın o kadar şaşırmıştı ki ses seviyesini ayarlayamayıp biraz bağırarak “Uyuşturu..” derken Ogün içeri girerek kapıyı ardından kapattı. “İstersen bütün koridora duyurmadan da sorabilirsin,” dedi. “Uyuşturucu kullanmadım, sadece ipuçlarını takip ederken istasyonun bazı tekinsiz bölgelerine girmem gerekti. Oralarda sterilizasyonu bilerek deliyorlar, gözlerim mikrop kapmış olabilir.”

Selin aniden gerçeği gördü. Adam yolunu tümüyle yitirmişti. Bir an önce üstlerine Ogün’ün durumunu bildirmesi gerekiyordu. Bu kendi kariyerini yakıp yakmama kararıydı artık.

“Toparlan,” dedi adam, sesinde ricadan çok emir verdiğini belli eden bir tonlama vardı. “Özel görevle şehre iniyoruz.”

Selin daha önce gece vakti şehre inmemişti, inen bir ekip de duymamıştı. “Hayır,” dedi, “izin belgesi gösteremiyorsan daha fazla garip işlerine alet olmayacağım.”

Ogün kadının gırtlağını sıkacakmış gibi baktı ama hiçbir şey söylemeden pantolonunun cebinden cihazını çıkartıp izin belgesini gösterdi. Selin bir terslik göremedi, normal bir görevlendirme belgesiydi. Koruyucu kıyafetini giymek için davrandığında adam “On beş dakika içinde istasyon kapısında buluşalım,” dedi ve çıkıp gitti.

Selin kapıya vardığında Ogün’ün aracını gördü ve hiçbir şey söylemeden girip oturdu. Yol boyunca da konuşmadılar. Normalde şehir merkezindeki evleri tararlar ve daha sonra gelip işe yarar materyalleri ayıklayacak ekipler için güvenli bölgeler oluştururlardı. Çalışır durumdaki her bir nesnenin kıymeti vardı artık, bolluk dönemi bitmişti. Fakat Ogün şehir merkezine gitmiyordu. Şehrin oldukça dışında, ışıkları yanan iki katlı bir evin dışında durdular. Selin soru sormadan adamı takip etti. Kapıyı çaldılar. İri yarı bir adam kapıda belirdi. Üstünde koruyucu kıyafet yoktu. Kadının tanış olduğu insanlara benzemeyen bir bakış vardı yüzünde. Selin tam adını koyamazdı ama daha yabani, daha acımasız bir şey yerleşmişti sanki gözlerine.

“Bilet?” diye sordu kısaca.

Selin tam o sırada merkez kapalı olduğu için telsizlerin çalışmadığını fark etti.

Ogün bir baş işareti ile Selin’i işaret etti.

Adam kapıyı sonuna kadar açtı. Ogün içeri girdi. Selin kapının eşiğinde donup kalmıştı. Ogün kolundan çekiştirip içeri soktu. Selin direnemedi.

İri yarı adamın arkasında beliren ufak tefek başka bir adam kadına bakarak onaylarcasına “Güzel,” dedi. Üstünde Selin’in tarih kitabında daha önce bir benzerini gördüğü, üstüne sıçramış kanlardan beyazlığını yitirmiş bir kasap önlüğü vardı. Bakışları Selin’e sabitlendi, gözleri parlıyordu, ağzı sulanmışçasına dudaklarını yaladı. “Leziz!”

Mastodon