Dağlar Gibi Gençler Alemde Perişan Oldular

· 15 dakikada okunur
Dağlar Gibi Gençler Alemde Perişan Oldular
Fotoğraf: Courtnie Tosana / Unsplash

Artık iyice kocamış gözüyle bakılan Ayıboğan Tezcan, köyün çocuklarını bir ateşin başına toplamış, anlattıkça anlatıyordu. “Ben dedemden dinledim,” dedi. “O da kendi dedesinde dinlemiş. Ve sanırım o da kendi dedesinden… Büyük dede çocukken dünya çok farklı bir yermiş. İnsanlar dağlar kadar uzun evlerde yaşarlarmış.”

“O kadar uzun evlerde ne yapıyorlarmış ki?” diye sordu küçük bir kız.

“Bir evde yüzlerce aile yaşarmış,” dedi Ayıboğan. “Hepsi farklı odalarda otururmuş. Tabii bu odalar da çok büyükmüş. Birbirlerini ziyaret bile etmezlermiş.”

Çocuklar inanmışa benzemiyordu. Bir başkası, “Peki sokağa çıkmak için de dağdan inmeleri mi gerekiyormuş?” diye sordu. “Yorulmuyorlar mıymış? Zaten dağdan inesiye akşam olur, geri tırmanmaları gerekir.”

Ayıboğan güldü. “Sokakta oynamazmış sizin gibi çocuklar. Çünkü her tarafta demir atlar var. Her biri hızlı, neredeyse uçar. Ve süvariler bazen önlerine bakmazlar. Ezilmesin ufaklıklar.”

“Peki sonra ne olmuş?” diye sordu biri. “Upuzun evlere? Uçan atlı süvarilere?” diye ekledi, yetişkin gibi görünmek için kafiye yaparak.

“Savaş çıkmış. Bombalar yağmur gibi yağmış. Yıkılmış evler, yemi biten atlar unutulup gitmişler. Ölmüş insanlar, yalnız biziz kalanlar.”

“Nükleer kıyamet,” diye ağzından kaçırdı çocuk. Bunu duyan diğerleri dehşetle euzu besmele çekip yarım yamalak bildikleri ayetleri okumaya başladılar. O sırada yaklaşan atlıların sesi duyuldu. Ufaklıklar heyecanla ayaklanıp köyün girişine koştu. “Karakurt geliyor!”

Karakurt Tezcan atını gururla sürüyor, arkasındaki adamlarına önderlik ediyordu. Adamların bazılarının sırtında kıyametin öncesinden kalma tüfekler asılıydı; diğerleriyse bıçaklar, şişler, satır ve baltalarla idare ediyordu. Tüm atlar toplanan haraçlarla tepelemesine yüklüydü. Uzaktan onlara bakan Ayıboğan, köylülerin aksine, oğlunu gördüğüne pek memnun olmamıştı.

Karakurt, birkaç atın yükünü köy meydanına bizzat boşalttı. “Ey ahali!” diye seslendi. “Bunlar sizin için, ihtiyacı olan ihtiyacını karşılasın.” Ayıboğan’ın yaklaştığını görünce koşup ona sarıldı. “Babacım, sana da çok güzel hediyeler getirdim.”

“Çok fazla bu haraç,” dedi ihtiyar. “Kalacak öbür kasabalar aç.”

“Haraç değil babacım, vergi. Sen hiç merak etme, biz hesabımızı kitabımızı iyi yapıyoruz.”

“Dün biri geldi komşu köyden. Dedi ki her şey alındı elimizden. Yiğitlerimiz karşı çıktı. Lakin öldüler, Karakurt düşmanın adı, pek de yağızdı atı.”

“Bu dağları biz koruyoruz babacım, vergimizi tabii ki alacağız. Senin dediğin köyde bize saldırdılar, cenk ettik. Senden öğrendiğimiz gibi savaştık.”

Ayıboğan kaşlarını çattı. İkisinin tartışmasını izleyenlerden birine seslendi. “Fırtına! Gel buraya! Beni nasıl bildiğini anlatsana?”

Fırtına, ömrünü çiftçilikle geçirmiş bir adamdı. Ayıboğan’ın efsaneleriyle büyümüştü. “Ağam sen tüm Toroslara nam salmış bir yiğittin. Derde düşene yardım ettin. Bu dağlarda bir düzen varsa senin sayende. Sana şükrederler yüzleri güldüğünde.”

“Anladın mı Karakurt?” diye sordu babası. “Tek bir adam değil, senin zulmünü konuşuyor her il. Yaktığın köylerin dumanı tütüyor, tecavüzlerinizin habis sesi duyuluyor.”

“Düzeni sen kurmuş olabilirsin ama onu sürdürmeye çalışan benim,” dedi Karakurt. “Bunun ne kadar zor olduğundan haberin var mı? Benden korkmazlarsa ne itaat ederler ne de vergilerini verirler. Karışma işime!”

Ayıboğan iyice sinirlenmişti. “Çocuk gibi konuşuyorsun Karakurt, ne ahengin var ne ritmin. Bu mu senin yapabildiğin?”

Oğlu, “Tek derdimiz şiirdi zaten,” diye geçiştirdi.

“Kara oğlum, kurt oğlum, umudum ve gururum… Doğaya döndü insan, yitirince her şeyi. İşte orada arayıp buldu şiiri. Hayvandan farklı kılar bizi kafiyemiz. Unutma, vahşi değiliz biz.”

“Siz vahşi değilsiniz de ben vahşiyim, öyle mi?”

“Vahşilik etme, atını köylere sürdüğünde.”

Karakurt bir şey demeye hazırlandı ama vaz geçip arkasını döndü. “Ahmet!” diye seslendi silah arkadaşlarından birine. “Gün doğarken herkes hazır olsun, akın var!”

“Dinlenmeyecek miyiz?”

“Dinlenelim, hatta hep beraber oturup Ayıboğan Tezcan’ı dinleyelim. Ben de kafayı yiyeyim… Yarın erkenden çıkıyoruz.”

***

Ayıboğan tüm o iç sıkıntısıyla köyün dışına yürüdü. On beş dakikalık mesafede, mağarayla kerpiç ev arası ucubik bir yapı vardı. Kapıyı çalmadan içeri girdi. “Selamünaleyküm.” Arkası ona dönük olan Cemil tek kelime etmedi. Odanın ortasında yanan ateşi seyrediyordu transa geçmiş gibi. “Selam vermek sünnet, almak farzdır.” dedi misafiri bu defa. “Allah’ın selamını verdik, almayacak mısın?”

“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap. Bir fikir ki, beyin zarında sülük. Selam, selam sana haşmetli azap. Yandıkça gelişen tılsımlı kütük…”[1]

“Aleyna ve aleyküm selam,” dedi Ayıboğan. “Yeni bir şey görüyor musun ateşte?”

“Bakan gözler için şüphesiz ki bunda bir ibret vardır.[2]Sonuçta Allah benimle böyle konuşuyor.”

“Tövbe estağfurullah… Şöyle şeyler deme Cemil. Cehennemde yanacaksın.”

Yırtık pırtık kıyafetler içindeki adam sonunda ayağa kalkıp ona döndü ve haykırırcasına kahkaha attı. “Kül olayım kerem gibi yana yana. Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak… Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?[3]

“Bir konu var, danışmam gerek sana. Azıcık ara ver şu sululuğa.”

Cemil ona yaklaştı, yaklaştı… Neredeyse burunları birbirine değecekti. Sonra aniden ellerini kaldırıp ikisinin suratlarının tam ortasında el çırpmaya başladı. Yavaş bir ritimle alkışlıyor, dua eder gibi mırıldanırken Ayıboğan’ın tepkilerin ölçüyordu. İhtiyar, at üstünde geçen bir ömürden sonra refleks olarak bile gözünü kırpmıyor, doğrudan ona bakıyordu. Cemil sonunda el çırpmayı kesti. “Söyle, ak sakallı adam. Nedir yüreğini karartan?”

“Hayal kırıklığı. Halbuki tek istediğim iyi bir adam olmasıydı. Böyle yetiştirdim onu… Ama oğlum zalim oldu. Akın var diyor sabaha. Gidiyor yine kim bilir kimlerin canını yakmaya? Vahşileşmediğinden yok olmadı insan. Peki ya hırsızsan? Vahşisindir Karakurt gibi yağmacıysan. O zaman ne düzen kalır ne nizam. Benim başarısızlığım, benim sorumluluğum Karakurt. Onun yüzünden tehlikede bu yurt. Çoktan ununu eleyip eleğini asmıştı Ayıboğan. Söyle Cemil, şimdi ne yapsın bu kocamış adam? Öz oğlumla savaşabilir miyim? Peki bunun için ne kadar ileri gideceğim?

“Aşk celladından ne çıkar, mademki yar vardır… Yoktan da vardan da ötede bir var vardır. Hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır. O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır. Sakın kader deme! Kaderin üstünde bir kader vardır. Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.[4]

“Yani bir şey yapmayayım mı?”

Cemil omuz silkti. “Mümkün mü bu yolda maksuda ermek? Mümkün mü sılada dost yüzü görmek? Âşıka ar gelir geriye dönmek… Zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun.[5]

“Ama gerekiyor bir şeyler yapmak. Yoksa mezarda bile vicdanım sızlayacak. Şu alaza bir kez de benim için bak. Olacak mı bu aciz kul muvaffak?”

Cemil dans eder gibi bir adım atıp Ayıboğan’ın arkasına geçti. Onu ensesinden yakaladı, bastırarak dizlerinin üstüne çöktürdü. Çelimsiz bedeninden beklenmeyecek kadar güçlüydü. Adamın suratını alevlere o kadar yaklaştırdı ki ihtiyar, orada yanıp kavrulacağını düşündü. “Madem bir defa da sen bak…” diye sürdürdü kafiyeyi. Sonra ciddileşti. “Ne görüyorsun?”

“Hiçbir şey,” dedi Ayıboğan, can havliyle.

“İşte ben de sizin dünyanıza baktığımda aynen bunu görüyorum. Cemil… Cemil gelecekten haber verir. Allah Celle Celaluh bana bu ateş vasıtasıyla ne buyuruyorsa ben de onu tebliğ ediyorum.”

Ayıboğan onun kollarından kurtulup ayağa kalktı. “Pekala. Yardım etmezsen etme. Ama Allah benim vasıtamla oğlumun zulmünü bitirecek. Bunu da böyle bil.” Kendi kendine konuşuyormuşçasına kafiyesizdi. “Zaten meczubun tekinden medet ummak hataydı.”

Cemil elini uzatıp adamın lafını ağzına tıktı. Kulak kabartıp ateşin çıtırtısını dinlemeye başladı. “Hı hı. Hıııı… Hı hı!” diye mırıldanıyordu. Odanın bir ucuna koştu, su dolu bir kovayla geri döndü. Sonra da kovayı ateşin üstüne boşaltıverdi. “Besbelli bu gece yıldızlar görünmeyecek[6],” dedi çocuk gibi el çırparak zıplarken. “Cemil, aksakala yardım edecek!”

***

Karakurt, arkadan yaklaşan iki atlıyı fark ettiğinde adamlarına durmalarını söyledi. Tüfeği olanlar, silahlarını yeni gelenlere doğrulttular.

Birinin seslendiği duyuldu. “Ne kadar üşüdüm, nasıl acıktım! İlk önce sıcacık banyoya soksan. Sanırsın şu anda denizden çıktım. İçim ürperiyor, ya evde yoksan!..[7]

“Allah kahretsin,” diye mırıldandı Karakurt. “Bu meczup peşimizden geldiyse yanındaki de kesin babamdır. İndirin tüfekleri!” Haklıydı. Cemil, atını doğrudan onunkinin yanına sürdü. İlk kez görüyormuş gibi odaklanıp adamın yüzüne bakmaya başladı. Karakurt, “Hayırdır derviş efendi,” dedi. “İkinizi aramızda görmeyi beklemiyorduk.”

Cemil kıkırdamaya başladı. “Bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın.[8]

“Gerçekten anlamıyorum derviş efendi. Bir şey mi demek istiyorsun? Niye böyle şeyler söylüyorsun?”

“Çünkü bir ben vardır bende benden içeri.[9]

Karakurt onu ciddiye almadı, daha geride bekleyen Ayıboğan’a döndü. “Babacım niye uzak duruyorsun? O kadar yol gelmişsiniz.”

Yaşlı adamın atı, birkaç adım ilerledi. Ayıboğan, “Görelim dedik, nasıl geçecek akın. Dağlarda haksızlık olmasın sakın.” diyerek niyetini belli etti.

“İleride büyükçe bir kasaba var. Vergi toplaması için Sansar’ı göndermiştim ama bütün erkekler karşısına dikilip onu kovmuşlar. Gidip hakkımızı alacağız.”

“Doğrudan saldırır engerek. İnsana önce konuşmak gerek.”

“Konuşalım da o sırada hazırlanıp üstümüze çullansınlar. Sürpriz bir saldırı planlıyorum”

Ayıboğan, oğlunun kolunu yakaladı. “Vahşi değiliz biz,” diye hatırlattı.

Karakurt, Cemil’in kendi kendine güldüğünü görünce “Ne oldu derviş efendi?” diye sordu.

“Akrep gibisin kardeşim,” dedi adam. “Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun kardeşim.[10]

Karakurt gözlerini devirdi ve atını sürmeye başladı, adamları da aynı şekilde onu takip ettiler.

Birkaç saat sonra, hedefledikleri kasaba ufukta gözükünce, hepsi hayvanlarını durdurdu. Yalnızca Ayıboğan, atını dört nala sürüyordu. Ahmet, Karakurt’a yaklaşıp “O ne yapıyor?” diye sordu.

“Ne yapacak… Sürpriz avantajımızı yok ediyor.”

“Peşinden gidelim mi?”

“Bekleyelim. Kasabalıların Ayıboğan Tezcan’a zarar verecek kadar aptal olmadığına eminim.”

Gerçekten de ihtiyar adam kasabaya girdiğinde yaşı yetenlerin hepsi onu tanımıştı. Hayranlıkla bakıyor, aralarında onun ismini fısıldıyorlardı. Birinin atı durdurup konuşmaya başlaması yalnızca birkaç dakika sürdü. “Hoş geldin Ayıboğan! Hayır mı şer mi burada olman? Bilirsin sana saygımız sonsuz. Ama illallah ettik oğlundan.”

Ayıboğan yere atlayıp atını bir ağacın gölgesine bağladı. “Babaların görevidir örtmek kabahatleri. Duydum vergisini ödemeyenleri. Atlılarla güvende Toroslar. Karşılığı verilmezse ne yapar dağlar? Karakurt gençtir, kanı kaynar. Dedim ki kasabalılar benimle konuşurlar.”

“Her şeyimizi Karakurt aldı. Elimizde ne kaldı?.. Evdekiler yemek bekler. Açlıktan ölecek bebekler.”

“Karakurt genç, dedim ya. Onun gibi atlılar da. Az ürün, birkaç hediye, güzel söz… Sonra rahatsınız, size söz.”

Ayıboğan’ın etrafına toplanan kasabalılar birbirlerine baktılar, fısıldaştılar, sessizce anlaştılar. “Pekala,” dedi onunla konuşan adam. “Hasada kadar bu son olacak ama. Biraz müsaade edin, hepsi atına yüklensin.”

Ayıboğan onun elini sıktı. Eserinden memnundu. Kasabalıların çoğunun hayatını kurtarmıştı. Onların Karakurt’a gönderilecek hediyeleri ata yüklemesini beklerken Cemil’in dört nala kasabaya daldığını gördü.

“Usul isa asi olmuş![11]” diye seslendi Cemil. Atını onların yanında durdurup hızla indi.

Ayıboğan rahat görünüyordu. “Merak etme,” dedi. “Kasaba mutlu edecek Karakurt’u, artık rahat bırakır bu yurdu. Çıkacağız atım yüklendiğinde.”

“Kasabadan çıkma sakın. Karakurt’un saldırısı yakın. Atlılar hazırlanıyor. Senin gelmeni bekliyor. Umurunda değil haracı. Korku yaymak istiyor, vererek acı.”

Ayıboğan yumruklarını sıktı. “Ne yapacağız o zaman?” diye sordu öfkeyle. Kafiye yapmaya bile çalışmamıştı.

“Yaktım küçük bir ateş. Gördüklerim kabusa eş. Gelecek atlılar. Bu insanlar savaşacaklar.”

Bir zamanların efsanesi derin bir iç çekti. Gözlerini toprağa dikti. Ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Kasabalılardan birinin koluna dokunduğunu hissetti. “Burada bir avuç eriz,” dedi adam. “Ama savaşmazsak baştan kaybederiz. Hem sen varsan yanımızda… Hatta durursan başımızda… Muvaffak oluruz sonunda!”

“Sonunda…” diye mırıldandı Ayıboğan. Cemil’e döndü. “Savaşacağız ama… Basitçe söyle bir defa. Ne olacak bu savaşın sonunda?”

Cemil çok büyük bir sırrı açık ediyormuş gibi işaret parmağını dudaklarına götürdü. “Vurulup ömrünün ilkbaharında, kanından çiçekler açar yarında, cümle şehitlerin omuzlarında, bir sabah gelecek kardan aydınlık.[12]

***

Kasabalıları birkaç saat içerisinde kendi oğluyla girişeceği bir savaşa hazırlamadan yıllar, daha doğrusu bir ömür önce, Ayıboğan atını babasıyla birlikte sürerdi. O zamanlar ne dağlar şimdiki kadar güvenliydi ne de Toroslarda hak iddia eden tek grup onlardı. Sık sık başka akıncılarla karşılaşır, birbirlerini görür görmez savaşa tutuşurlardı.

Deliyürek Tezcan yaman bir savaşçıydı, oğlunu da kendisi gibi yetiştirdi. O zamanlar Toroslarda hayatta kalmanın tek yolu buydu. Ancak Ayıboğan büyüyüp o yaşlandıkça, adını koyamadığı bir duygu onu ele geçirdi. Silah arkadaşlarının pek çoğunu, kardeşim dediği adamları yitirmişti. Artık dağlarda savaşmanın, öldürmenin ya da ölmenin hiçbir anlamı yokmuş gibi geliyordu.

Zaman geçtikçe, Deliyürek çatışmaları önlemek için elinden geleni yapar oldu. Uzakta bir grup atlı gördüğünde adamlarını kaçırıyor, köyleri vergiye bağlamak yerine zayıf göründükleri anda yağmalayıp bölgeyi terk ediyordu.

Deliyürek’in atlıları artık savaşçı gibi hissetmemeye başladılar. Korkak yağmacılar, barbarlar, vahşiler haline geliyorlardı ve hiçbiri bundan memnun değildi.

Hepsini hayatta tutmaya çalışan babasının aksine Ayıboğan her mücadeleye en önde koşuyor, düşmanlarla göğüs göğse çarpışıyordu. Defalarca vuruldu, silah arkadaşları tarafından kanlar içerisinde ve bilinçsiz bir halde kendi köylerine taşınıp şifacı, ebe ninesinin ellerine teslim edildi.

Aslında Ayıboğan da savaşları bitirmek istiyordu ama bunun yolunun korkakça saklanmak değil, diğer tüm gruplara boyun eğdirmek olduğuna inanıyordu. Babasının atlıları da ona inanmaya başladılar, Deliyürek’in yerine genç adamın sözünü dinler, onunla akından akına koşar oldular.

Ayıboğan, Torosları birleştirme idealine emin adımlarla ilerlerken köyünün tüm erkekleri peşinden gidiyordu. Atlılardan bazılarının henüz bıyıkları terlememişti. Kayıplar veriyor ama günün sonunda ganimetler ve barış getirdikleri yerlerden aldıkları hayır dualarıyla dönüyorlardı.

Deliyürek ise yalnızca kayıpları gördü. Önce arkadaşlarının, sonra da arkadaşlarının oğullarının Ayıboğan’ın peşinden ölüme yürüdüğünü gördü. En büyük korkusu, evladı vasıtasıyla tecelli ediyordu. İçkinin ve esrarın etkisiyle kendinden geçtiği bir gece, elinde satırla, o sırada mışıl mışıl uyumakta olan oğlunun tepesine dikildi.

Aslında oraya neden geldiğinden emin değildi. Herhalde delikanlıyı öldürmeyi tasarlamıştı ama Ayıboğan’ın küçüklüğündeki gibi cenin pozisyonunda uyuduğunu görünce vaz geçmişti. Oğlunun ufaklığını, onun omzuna oturup atçılık oynadığı zamanları hatırlıyordu. O zaman da böyle, sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, kendi kendine sarılıp uyurdu. Deliyürek çocuğun başını okşar, ne olursa olsun babasının yanında olduğunu fısıldardı. Gözleri kapalı olmasına rağmen belli belirsiz bir gülümseme belirirdi oğlanın suratında, rahatlamış gibi görünürdü.

Deliyürek arkasını dönüp gidecekken oğlunun gözleri açıldı. Ayıboğan, bir karaltının elinde satırla tepesinde beklediğini görünce adamın üstüne atladı, karanlıkta boğuşmaya başladılar. Bir anlığına ay ışığı Deliyürek’in suratına vurdu. “Baba…” diye mırıldandı Ayıboğan. Onu bırakıp ayağa kalktı. “Elinde satırla… Ne işin var burada?”

Deliyürek cevap vermedi. Kendinden geçmişçesine satırı savurmaya başladı. Bunu niçin yaptığından emin değildi. Belki uzun süredir baskıladığı bir şey patlamıştı. Belki savaşçı refleksleri onu korumaya çalışıyordu. Belki de ot ve alkolün etkisiydi tamamen.

Ayıboğan uykudan kalkmasına rağmen babasından ayıktı. Ayrıca gençti, gücü kuvveti yerindeydi. Babasının satır tutan elini yakalayıp ona doğru savurdu. Satır adamın kafasına saplandı ve Deliyürek’in hikayesi oracıkta sona erdi.

Genç adam, babasının cesedi başında sabaha kadar ağladı. Olanları atlılara anlattığında Deliyürek’in hak ettiği türden görkemli bir cenaze töreni düzenlediler ve Ayıboğan’ın peşinden gitmeye devam ettiler.

Ayıboğan karşısına çıkan her düşmanı yendi, Toroslarda kimsenin bozamayacağı bir düzen kurdu. O ve atlıları, adaletin ve barışın koruyucusu oldular.

Karakurt doğduğunda, Ayıboğan iki şeye söz verdi. Onu iyi bir adam olarak yetiştirecekti ve asla babası gibi yapmayacak, oğluna düşman olmayacaktı. Yıllar, daha doğrusu bir ömür sonra, kasabalıları savaşa hazırlarken, iki sözü de tutamadığını fark etti.

***

Karakurt, babasının gelmeyeceğine ikna olduğunda gece iyice çökmüştü. Atına atladı, adamlarına peşinden gelmelerini işaret etti. Doğrudan kasabaya daldılar. Sürpriz şanslarının kalmadığını biliyorlardı.

Sokaklarda kimsecikler yoktu. Karakurt, babasının herkesi bir yerlere sakladığını tahmin etti. Evleri yağmalamak için atlarından indiklerinde tüfek sesleri göğe yükseldi.

Kasabanın bir avuç eri, saklandıkları yerden atlılara ateş ediyordu. Ayıboğan’ın belirlediği siperler arasında sürekli yer değiştirerek kalabalık bir grup izlenimi yaratıyorlardı. Karakurt’un adamlarından birkaçı devrildi, kalanlar gelişigüzel ateş açtı ama kimseyi vuramadılar.

Kısa sürede iki tarafın da halihazırda kısıtlı olan cephanesi tükendi. Böylece kasabalılar saklandıkları yerden çıkıp akıncıların üstüne atladılar. Hem sayıları azdı hem de onlar kadar iyi bıçak, satır, baltaları yoktu. Kimi kasabalılar mutfak gereçleriyle ve hatta çıplak elleriyle atlıları boğmaya çalışıyordu.

Karakurt, bu meydan muharebesinden sıyrılıp kasabanın sokaklarını arşınlamaya başladı. Hayatında hiç gerçek kılıç görmemesine rağmen uzun bir şişi kılıç gibi tutuyordu. Dövüşmekten korkmamıştı aslında. Büyük bir öfkeyle bu belayı başına saran adamı, babasını arıyordu. Ayıboğan’ı tanıdığı için onun savaşı nereden yöneteceğini tahmin etmişti.

Ayıboğan, kasabanın biraz tepede kaldığı için gözlerden uzak bir noktasından izliyordu olanı biteni. Sık sık kasabalılar geliyor, onun emirlerini dinliyor, sonra da uygulamak üzere derhal uzaklaşıyordu. Karakurt’un kuytuda saklanıp bu insanları takip etmesi babasını bulmasına yetti.

Ayıboğan’ı gördüğünde şişi sallayarak onun üstüne koştu ama ihtiyarın elinde uzunca bir bıçak vardı. Karakurt’un saldırısını savuşturdu. “Yetmedi dağlarda yaptıkların, canını mı alacaksın babanın?”

“Sen bir hainsin!” diye bağırdı Karakurt. “Kendi kurduğun orduya ihanet ettin. Bizim köyümüzün çocukları aşağıda senin yüzünden can veriyor.”

“Tek bir köy değil, dağlar benim. İşliyordu tüm Toroslarda düzenim. Senin yaptığın bu düzene ihanet. Vazgeç Karakurdum, artık tövbe et.”

“Anlamıyorsun değil mi? Şiir okumaktan başka bildiğin bir şey yok. Nükleer kıyamette insanlık her şeyini kaybetti baba. Kalanları bölüşürken güçlü olan, korkulan hayatta kalır.”

Nükleer kıyameti duyan Ayıboğan, “Tövbe estağfurullah,” dedi. “Yanılıyorsun, bölüşebiliriz adilce. Hayatta kalırız, tutunursak birbirimize.”

İlk geldiğinde Ayıboğan’ı karşılayan kasabalı, koşarak yaklaştı. “Evlere girmeye başladılar, sıkıntıda bizim kadınlar.”

İhtiyar, oğluna baktı. “Daha fazla verme zarar, söyle de dursunlar.”

Karakurt, şişini baston gibi yere yaslamış, ona dayanıyordu. “Hayır,” dedi. “Burası, her yere örnek olacak. Bize karşı gelenlerin sonunu görecekler.”

Sinirlenen Ayıboğan bir yumruk savurdu. Yumruğu tam oğlunun çenesinde patladı ve onu yere devirdi. İhtiyar, fırsattan istifade Karakurt’un üstüne atlayıp bıçağını havaya kaldırdı. Oğlunun gözlerine baktı ve saplayamadı. Bıçağı yere attı. “Durdur onları,” dedi. “Bitsin bu kara sanrı.”

“Asla!” diye haykırdı Karakurt. Şişini adamın bacağına saplayıverdi. “Senin zamanın geçti babacım. İşime karışmayacaktın!”

Bacağının kontrolünü kaybeden Ayıboğan yere düştü, şimdi iki adam yan yana yatıyordu. Karakurt onunla güreşerek şişi geri almaya çalışırken Ayıboğan az önce bıraktığı bıçağa uzandı. Bıçağı kaptığı gibi oğlunun boğazına saplayıverdi.

Yanlarındaki kasabalının yardımıyla şişi çıkarıp ayağa kalktı. Oğlunun ölü bedenini sürükleyerek kasaba meydanına gitti. Tüm gece süren çatışmadan sonra güneşin ilk ışıkları ufukta gözüküyordu. Cemil’in sözlerini hatırlayıp “Bir sabah gelecek aydınlık,” diye mırıldandı.

Adam, oğlunu meydana fırlattı. “Beni dinleyin!” Onun gökyüzü gibi gürlemesi, iki taraftan herkesin dövüşmeyi bırakıp dikkatlerini ona yöneltmesini sağladı. Konuşan Ayıboğan Tezcan’dı. Kimileri için o günün düşmanı da olsa belki her şeylerini borçlu oldukları adamdı.

“Reisiniz öldü!” diye haykırdı Ayıboğan. “Korkutmak için savaşıyordunuz, onun namıyla insanları. Oğlum gidince anlamı kalmadı. Bana karşı sayarım artık, sıktığınız her mermiyi, salladığınız her bıçağı. Şimdi köye dönün, konuşacağız. Bu mesele burada kapanmadı.”

Akıncılar bir tepki veremedi.Tabii hepsi aynı tepkiyi verdi de denilebilir. Silahlarını sırtlarına astılar, atlarına bindiler ve gittiler. Bir kısmının utançtan köye dönmediği, kendilerini dağlara vurup yeni yaşamlar aradığı anlaşılacaktı.

Ayıboğan ise, öldürdüğü oğlunun başında çöküp kaldı. O saate kadar kasabanın kadın ve çocuklarının saklanmasına yardım eden Cemil, muharebede ölen diğerlerinin arasından geçip onun yanına geldi. Bu defa kıkırdamıyordu. Karakurt’un cesedine baktı, teselli edercesine yaşlı adamın omzunu tuttu. “Diyorlar, korkutarak karaşın kıldığımız sarı: Dağlar gibi gençler âlemde perişan oldular[13]



[1] Necip Fazıl Kısakürek, Çile

[2] Nûr Suresi 44. Ayet

[3] Nazım Hikmet Ran, Kerem Gibi

[4] Sezai Karakoç, Ey Sevgili

[5] Abdurrahim Karakoç, Yalvarış

[6] Attila İlhan, Ben Sana Mecburum

[7] Cemal Safi, Ya Evde Yoksan

[8] Melek Hiç, Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın

[9] Yunus Emre, Severim Ben Seni

[10] Nazım Hikmet Ran, Dünyanın En Tuhaf Mahluku

[11] Ece Ayhan, Açık Atlas

[12] Abdurrahim Karakoç, Aydınlık

[13] Ece Ayhan, Mektup Nadajlıdır Dom!

Mastodon