Bacaklarımı gerecek kadar yer yok. Hatta hiçbir şey yapacak kadar yer yok. Kollarımı iki yana açamıyorum. Kabinin içerisinde hafif yatık duran plastik bir koltuk var. Sağı ve solu neredeyse kabinin duvarlarına yaslanıyor. Koltuğun baş kısmı kabinin arkasına sabitlenmiş halde. Ayak ucumda ise ancak iki ayağım birbirine yapışık halde dikilebileceğim kadar bir boşluk var. Bütün gece sesimi çıkarmadan bu koltukta uyumam, oturmam, beklemem gerekiyor.
Tuvalet işi daha da acınası. Koltuğun oturma kısmı iki parçalı. Ayak ucundan ittirince yukarı doğru katlanıyor ve koltuğun altındaki delik ortaya çıkıyor. Evet delik. Bir karış çapında kara bir daire. Deliğin hemen yanında, kenarına yaklaşık dört parmak mesafede ve ancak beş parmak yüksekliğinde minik bir musluk var. Çömelip çişimi ya da kakamı yaparken musluğa denk gelmemesi ve deliği tutturabilmek için kırk takla atıyorum. Her zaman başarılı olamıyorum. Bazen yanlışlıkla deliğin dışına yaptığım dışkımı ellerimle deliğe ittirmem gerekiyor, ya da üstüne çiş yaptığım musluktan su içmem. Deliğin ağzı açık ve kapatabileceğim hiçbir şey yok. Gelen kokunun iğrençliğinin yanı sıra, zaman zaman kara çukurdan misafirliğe gelen hamamböceklerini ve fareleri çıplak ayaklarımla öldürüp tekrar deliğe atmak zorunda kalıyorum. Henüz onları yemek zorunda hissedecek kadar aç kalmadım ama o günün yaklaştığına eminim.
Güneş doğduktan sonra bizi kabinlerden dışarı çıkarıyorlar. Betonla karışık mıcır kaplı avluda güneşin altında oturuyoruz. Avlu dikenli tellerle çevrili ve kabinlerimiz tam ortasında sıralar halinde duruyor. Bir tepenin üzerinde olmalıyız çünkü etrafta bizden daha yüksek bir şey görünmüyor. Sadece hemen her zaman mavi olan gökyüzü. Dalga sesi duyamasam bile bazı günler gelen iyot kokusundan denize yakın olduğumuzu tahmin ediyorum. Daha fazla bilgi edinemiyorum çünkü dolaşmak yasak. Kısıtlı bir miktar yer değiştirmemize izin var fakat işe yarar bir şekilde vücudunuzu kullanmanızı engelliyorlar. Mekik, şınav gibi bazı egzersizleri deneyenlerin üstlerine inen copları görünce bunu açıkça anladım.
İlk geldiğim hafta vücudumda oluşan güneş yanıkları yüzünden kıpırdayamayacak haldeydim. Şimdi ise meşine dönen derimle güneşten rahatsız olmuyorum ama sürekli betonun üzerinde oturmak rahatsız edici. Yine de bütün gece o kabine kapatılmaktan daha iyidir. Konuşmamıza izin verilmese de, en azından diğerlerini izleyerek vakit geçirebiliyorum. Buradaki hemen herkesin bana benzer olduğunu fark ettim bu sayede. Hepsinin suratında aynı boş ifade var. Kimse kim olduğunu, neden burada olduğunu ya da daha ne kadar burada kalacağını bilmiyor. Sadece korkuyorlar. Aynen benim gibi.
Sürekli hatırlamaya çalışıyorum. Bir ipucu bulabilmek adına vücudumu inceliyorum. Birçok kesik, yara ve yanık izi var. Oldukça acı çekmiş olmalıyım. Bunları kendime ben mi yaptım, yoksa başka biri mi bana yaptı? Aynam olmadığı için yüzümün neye benzediği hakkında bir fikrim yok. Derimin esnekliğinden ve ellerimin üstünde belirginleşmiş damarlardan otuzların sonunda olduğumu tahmin ediyorum. Saçlarımı kısacık kesmişler. Ara ara ellerime beyaz saçlar da geliyor. Kim olduğumu, neden burada tutulduğumu, burasının neresi olduğunu bile bilmiyorum.
***
Gecenin sabaha yakın bir saatinde adaya inen helikopterin içinden orta yaşlı bir adam ve genç bir kadın indi. Mr. A, kendisine bu şekilde hitap edilmesini istemişti, elindeki dosyaları helikopter pervanesinden yayılan rüzgâra karşı koruyarak kadına biraz ilerideki barakayı işaret etti. İçeri girdiklerinde dosyaları masanın üzerine bırakıp telefona sarıldı.
“Çabuk buraya gel!”
Genç kadın karşılaşabileceklerinin gerginliğiyle sandalyesinde dertop olmuştu. İşi sadece parayı düşünerek kabul etmişti. “Bu paraya ihtiyacın var,” diyerek kendini telkin etmeyi sürdürdü.
Biraz sonra hem revir hem de idare binası olarak kullanılan barakanın kapısı açıldı ve içeri oldukça iri yarı bir adam girdi.
“Hoş geldiniz efendim,” dedi kısaca.
Mr. A oldukça sinirli görünüyordu. Selamlaşmayla vakit kaybetmedi. “Kaç kişi?” diye sordu doğrudan.
“İki kişi enfeksiyondan, biri ise güneş çarpmasından. Dördüncünün diabeti varmış sanırım.”
Masanın kenarına ayrılmış dört dosyayı gözden geçiren Mr. A işi bitince gardiyan şefine uzatıp “Bunları hemen yak,” dedi. “Bu Dr. Ceal. Eğer eskisine daha iyi baksaydınız bu dördü de yaşıyor olurdu.”
Gardiyan cevap verecek gibi oldu ama son anda vazgeçip dosyaları alıp çıktı. Genç kadın önceki doktora ne olduğunu merak ediyor ama sormaya çekiniyordu.
“Helikopterde de anlattığım gibi,” dedi adam, “bu özel bir tedavi programı. Devletin bazı kademelerinin haberi var ama halkın yok. O yüzden geri döndüğünüzde burada gördüklerini unutacaksınız. Buraya gelenler tam bir gizlilik istiyor. Öldükleri takdirde tamamen ortadan kaldırılmayı dahi baştan kabul ediyorlar.”
Dr. Ceal gözleriyle onaylarken Mr. A biraz durup düşündü. Buraya gelen her doktora bunları bıkıp usanmadan anlatıyordu çünkü bilmedikleri zaman tehlikeli işlere kalkışıyorlardı. Kaçmaya çalışmak veya hastalarla konuşmak gibi. Gerçi hiçbiri bu bilgilerle adayı terk edememişti, en azından canlı olarak. Gördüklerinin ağırlığıyla ruhsal çöküş yaşadığında, Dr. Ceal de diğerleri gibi anakaraya gönderilecekti. O aşamadan sonrası Mr. A’nın sorumluluğunda değildi. “Hafızalarını kullanmalarını engelleyen, bir nevi beyinlerini sakatlayan çipler kullanıyoruz. Kim olduklarını, geçmişten getirdikleri deneyimleri ve yükleri unuttukları anda da onları yeniden programlıyoruz.”
“Bu çipler ne kadar güvenli? Daha önce bununla ilgili hiçbir yayına denk gelmedim.”
“Bilmeniz istenmiyor da ondan. Gizli şekilde araştırmalar yapan bir grup biliminsanı var. Her ekip farklı dallarda uzman. Çipleri üreten oluşumun başında da olağanüstü bir nörolog var. Düşünceleri okumanıza yardım eden çipler, bizim kullandığımız gibi hafızayı resetleyen çipler, ileri bilişsel fonksiyonlar kazandıran çipler gibi aparatlar geliştiriyorlar. Buradaki sonuçlara göre de çipler üzerinde ufak oynamalar yapılıyor. Çipler anakaradaki merkezde beyinlerine nakledildikten sonra hastaları buraya taşıyoruz. Bunlar teknik konular. Bizi ilgilendiren kısmı ise şu. Bu teknolojiyle beynin hafıza bağlantılarını koparıyoruz. Çok basit olarak ‘Sigara içtiğini hatırlamazsan sigara içmeye devam etmezsin.’ Biz sadece çiplerin etkinliğini değil aynı zamanda unutmanın insan psikoloji üzerine etkilerini de inceliyoruz.” Cümlesini bitirir bitirmez bir sigara yaktı Mr. A. Birkaç nefes çektikten sonra da Dr. Ceal’e muhtemelen birkaç hafta içinde zorunlu olarak unutacağı şeyleri anlatmaya devam etti.
“Yarattığımız ortam sayesinde yoksunluk hissi bir süre sonra tamamen kayboluyor. Burada geçirdiği birkaç haftanın sonunda uyuşturucuyu, alkolü, kumarı, rastgele seks bağımlılığını bırakan ve hayatına yeniden doğmuş gibi devam eden birçok hasta var. Zor olan bağımlılar değil zaten, travma sonrası ağır depresyon ve intihar eğilimi ile gelenler. Biliyorsunuz, onların tedavisinde normalde ilaç, psikoterapi gibi sağaltıma yönelik disiplinler uygulanır. Burada ise tam tersi.”
Dr. Ceal bununla ne kastedildiğini anlamadığından ve aslında anlamak da istemediğinden kocaman açılmış gözlerini kaçırdı. Adam elindeki dosya yığınından en üsttekini alıp açtı ve okumaya başladı.
“Mesela bu kadın. Babası daha bebekken tecavüz etmeye başlamış, daha sonra yaşça büyük abisi de işkenceye katılmış. Annesi her şeyi görmezden gelmiş. Yıllar boyunca fiziksel hasarlar ve psikolojik çöküntü yüzünden tedavi görmüş ama asla olay yargıya taşınmamış. Babası nüfuzlu bir adammış ve her şeyi örtbas etmiş. Yaşı geldiğinde zengin bir herifle evlendirmişler. Adam kadının durumunu bildiğinden kolay bir av olmuş. Sadist zevkleri için yıllarca kadını kullanmış. Vücudunun her yanı yara izleri ile dolu. Vücudunda kırılmamış kemik yok. Elbette her şey yine örtbas edilmiş. Defalarca intihara teşebbüs etmiş, defalarca akıl hastanesine yatırmışlar. Sonunda kocası başka bir kadının üstünde öldüğünde, zengin, hasarlı ve yaşamaya mecali olmayan bir kadın kalmış arkada. Şimdi söyleyin bakalım, bu kadını geleneksel tıp ile iyileştirebilir misiniz?”
Genç kadın duyduklarından sonra konuşacak durumda değildi. Mr. A bütün bunları maç özeti okur gibi duygusuz bir tonda anlatmıştı. Bu hale gelebilmek için böyle kaç hikâye duymak gerekirdi? Tekrar kendini telkin etmeye başladı. “Bu paraya ihtiyacım var.”
Adam bir süre kadının allak bulak suratına bakmayı sürdürdü. “Birkaç haftadır burada. Psikolojik olarak yeterince güçlendi. Vakit doldu. Bu gece onu cehenneme indireceğiz ve dışarı çıkacak gücü bulmasını umacağız. Eğer beceremezse bir daha toparlanabileceğini zannetmiyorum.”
“Ona ne yapacaksınız?” diye sordu Dr. Ceal kendini zorlayarak.
“Bilmek istediğinizi zannetmiyorum. Biraz dinlenin ve yarın için reviri hazırlayın. İhtiyacımız olacak.”
***
Bütün günü beton üzerinde siftinerek geçirdim. Tırnaklarımla betonu eşeledim, çıkarabildiğim tozları tükürüğümle ıslatıp kendime minik bir oyun çamuru yapmaya çalıştım. Acaba küçükken oyuncaklarım var mıydı? Bebeklerim, okul arkadaşlarım, bisikletim. Annem babam nasıl insanlardı? Hatırlamamak ne garip. Beynime bir şey yaptıklarını tahmin ediyorum. Hafızamı bir kaza sonucu kaybetmiş olabilir miyim, ya da bir hastalık yüzünden? Belki de hafızasını kaybeden insanları kapattıkları bir hapishane burası. Vücudumdan belalı bir tip olduğum belli. Acaba çok büyük bir suç işlediğim için mi buradayım? Bütün bu soruları birkaç defa gardiyanlara sormayı denedim. Sırtıma yediğim cop darbeleri ile sorulara da hoş bakmadıklarını açık bir şekilde öğrendim.
Güneş batarken hepimizi kabinlerimize tıktılar. Penceresi yok buranın. Gece boyunca öylesine havasız kalıyor ki sık sık rahatsız uykumdan ter içinde uyanıyorum. Sadece ve sadece kâbus görüyorum o uykularda. Tabutlar, sıkışık alanlar, dar labirentler. Toprağın altında buradan daha rahat edebileceğimi düşündüren kâbuslar. Nefes alamıyorum. Hareket edecek yer olmadığı için de tek yapabildiğim bacaklarımı kendime çekip bırakmak.
Zorlanarak ayağa kalktım. Koltuğu katlayıp su içmeye çalışıyordum. Kapım açıldı. Buraya geldiğimden beri ilk defa gece dışarı çıkarılıyordum. İri yarı gardiyan şefi ile göz göze geldim. Beni kolumdan sertçe çekip kabinlerin arasında kalan bir alana götürdü. Kafamı kaldırıp göğe baktım. Açık havanın ve yıldızların şöleni altında beni bir tokatla yere düşürdü. Bunu hak etmek için ne yaptığım hakkında bir fikrim yoktu. Ona neden vurduğunu sordum. Karanlıkta zar zor seçilen yüzünde bir ifade belirmedi. Beni yerden kaldırmadan ters çevirdi ve üstüme oturdu. Ne yapacağını anlamıştım. Direnmedim. Direnseydim de sonuç değişmezdi. Ensemde hızlanan nefesini hissettim. İleri geri her kayışında acım daha fazla artıyordu. Kafamı betona dayadığı için yüzümün bir tarafı tamamen soyulmuştu. Dizlerim, kollarım, göğsüm, her yerim acı ile yanıyordu. Sadece bekledim. En ufak bir ses çıkarmadım. İşini bitirdiğinde, içimde o ılık sıvıyı hissettiğimde bittiği için derin bir oh çektim. Bitti dedim kendi kendime, bitti. Kafamı zor bela kaldırıp yıldızlara baktım. Gören kimse yoktu.
Beni çıkardığı gibi apar topar kabinime tıktı. Karanlıkta tam olarak göremiyordum ama bacaklarımın arasında dayanılmaz bir acı vardı. Elimle yokladım. Et parçaları sarkıyordu ve her dokunduğumda bütün vücuduma elektrik verilmiş gibi acı içerisinde kıvranıyordum. Minik musluğuma erişmeye çalıştım. Bıraktığı, kanımla tamamen karışmış sıvıyı temizlemek istiyordum. Eğildiğimde bayılmış olmalıyım. Sabah kapımı açtıklarında sırt üstü yere yuvarlanıp kafamı betona çarptım. Bu beni kendime getirdi. Tepemde dikilen gardiyanın dehşet dolu bakışlarını gördüğümde durumumun vahametini anladım. Güneşi gördüm ve masmavi gökyüzünü. Belki de son defa gözlerimi kapadım.
***
“Buna nasıl izin verirsiniz?” diye haykırıyordu Dr. Ceal. “32 tane dikiş attım, 32! Bütün derisi soyulmuş. Gece boyunca kan kaybettiği için şoka girmiş. Bunun yaşanmasına nasıl izin verirsiniz?”
“İzin vermedim,” dedi Mr. A soğukkanlılıkla. “Bizzat emri ben verdim.”
Dr. Ceal donup kaldı. Bahsi geçen kadın buydu, cehennemin dibine atılacak olan. Hipokrat yemini, insani sorumluluğu, ihtiyaç duyduğu para, imzaladığı sözleşme… Genç kadının düşünce ve duygularının yoğunluğu ağzını açmasına fırsat vermiyordu. Mr. A aynı soğukkanlılıkla devam etti.
“Hafızasını sildik ama daha derin bir arızası var. Gıkını bile çıkarmadı, parmağını bile oynatmadı. Öylece yattı ve ona yapılana razı geldi. Çırpınmasını istiyordum, çığlıklar atmasını, tırnaklarını geçirmesini…”
“Siz hastasınız!” diyerek sözünü kesti genç kadın. Gözleri gözlem odasında baygın yatan zavallıya döndü. Dr. Ceal’in bütün kanı vücudundan çekilip karnına dolmuştu. Elleri buz kesti. Kadını buradan çıkaramazdı, kendini bile buradan çıkaramazdı.
“Onu iki gün içinde ayağa kalkacak hale getirin. Bir süre uzakta olacağım.” Mr. A masanın üzerindeki dosyaları yine koltuğunun altına alıp barakadan ayrıldı. Biraz sonra da uzaklaşan helikopterin sesi duyuldu.
***
Gözlerimi açtığımda ne olduğunu bir süre anlayamadım. Başımda bekleyen genç bir kadın vardı. Doktor olduğunu söyledi. Her tarafımı bembeyaz sargılarla sarmıştı. Serum bağlı kolumu kontrol etti. Gözleri şefkatli ve kaygı doluydu.
“Neden burada olduğumu biliyor musunuz?” diye sordum.
“Bunu size açıklama yetkim yok,” diye cevap verdi. “Dinlenmeye çalışın.” Sonra seruma bir şey ilave etti. Gözlerim yavaş yavaş kapanırken derin ve karanlık suların dibine çekildiğimi hissettim.
Doktor kadın ertesi gün beni ayağa kaldırdı. Yaralarım kapanmaya başlamıştı ama en az bir hafta daha dikişlerimi alamayacağını söyledi. Attığım her bir adımda bütün vücuduma yayılan bir acıyla titriyordum. Bayılmamak için direndim. Oturmam mümkün değildi. Öylece yatıp beni tekrar kabinime tıkacakları o kutlu anı bekliyordum.
***
Dr. Ceal yaklaşan helikopterin sesini duyduğunda ellerini nereye koyacağını bilemedi. Hastasına ne olacağını kestiremiyordu, keza kendisine ne olacağını da. Kadın verdiği sakinleştiricinin etkisi azaldığından olacak yatağında huzursuzca kıpırdanmaya başlamıştı. Mr. A’nın emir verdiği üzere hastanın kısa sürede kendine gelmesini sağlayacak adrenalin türevi ilacı vermek için içeri girdi. İlacı damar yoluna enjekte ettikten kısa süre sonra zavallı kadın gözlerini açtı.
“Gece mi oldu?” diye sordu.
“Neredeyse şafak sökecek,” diye yanıt verdi doktor.
Barakanın kapısı açıldığında iki kadının da bakışları oraya döndü. Mr. A yanında gardiyan şefi ve bir düzine gardiyanla beraber içeri girdi.
Koltuğunun altındaki dosyaları masanın üzerine bıraktı ve gardiyanlara tek sıra halinde dizilmelerini söyledi. Yaralı kadını kendinden beklenmeyecek bir kibarlıkla elinden tutup kaldırdı ve gardiyanların karşısına dikti.
“Hangisiydi?” diye sordu.
Dr. Ceal bütün bu tiyatronun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Eğer emri Mr. A verdiyse uygulayanı da biliyor olmalıydı.
Kadın tereddütle adamlara baktı. Kim olduğunu gayet açık bir şekilde biliyordu ama söyleyecek cesareti yoktu.
“Sana kim olduğunu sordum,” diye üsteledi Mr. A. “Endişe etmene gerek yok, bir daha sana zarar veremeyecek.”
Kadın buna inanmıyordu. Neden inanmadığını bile bilmiyordu. Sadece inanmıyordu.
Bu garip sorguya daha fazla dayanamayan genç doktor, “Bunu ona neden yapıyorsunuz?” diye sordu. Adam öylesine delici bakışlar attı ki Dr. Ceal bir an oracıkta boğazını sıkacağını düşündü.
“Siz bunun dışında kalın Dr. Ceal. Hatta barakadan çıkmanızı rica ediyorum.”
Genç doktor bunun rica olmadığını biliyordu. Ayaklarını sürüyerek söyleneni yaptı. Güneş doğmak üzereydi. Son bir haftada yaşadığı bütün karanlığın üzerine turuncu ışıkları ile geliyordu. Serin sabah havasını ciğerlerine doldurdu. Önlüğüne iyice sarındı. Unutmak ne kadar zaman alırdı, ona da bir çip verirler miydi?
***
Dr. Ceal dışarı çıktıktan sonra Mr. A masanın üzerine büyükçe bir bıçak bıraktı.
“Bunu alıp onu öldürmeni istiyorum,” dedi. Sesi o kadar ciddiydi ki bir an bile bunun beni denemek için söylenmiş bir cümle olduğundan kuşkulanmadım. Tecavüzcümü öldürmemi istiyordu. Gardiyan şefi ile göz göze geldim. Yüzündeki tek bir kas bile oynamadı. Öylece dikilmeye devam etti. Bakışlarında korku yoktu. Ona zarar veremeyeceğimi bilen, bundan kendi var oluşu kadar emin olan bir adamın bakışları vardı. Bana yaptıkları için en ufak bir pişmanlık duymayan, buna hakkı olduğuna inanan bir adamın bakışları. Beni insan olarak değil, ruhsuz bayağı bir canlı gibi, vajinanın üzerindeki bir et parçası gibi gören bakışlar.
Bu bakışı biliyordum, çok yakından tanıyordum. Bir an kafamın içine bir bıçak saplandı, tarifsiz bir acıyla birlikte dizlerimin üzerine çöktüm. Unutmaktan daha acı olanın hatırlamak olduğunu anladım. Gardiyan şefinin bakışlarında babamın, abimin, kocamın bakışları birbirine giriyordu. Doğrulup masanın üzerinden bıçağı nasıl aldığımı hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde insan azmanı gardiyanın üzerinde oturuyordum. Ardı ardına göğsüne sapladığım bıçak arada kemiklere denk gelip takılıyordu. Çıkarıp tekrar ve tekrar soktum. Sonra da erkeklik organına, tam tamına 37 defa. Yaşadığım azap dolu her sene için bir tane. Her yerde kan vardı. Göz bebeklerimin içine dek. Adamın sıcak kanını aynen menisi gibi bacaklarımın arasında hissettiğimde midem bulandı. Suratına doğru kustum. Yeşil safrandan başka bir şey çıkmadı ağzımdan. Diğer gardiyanlar beni doğrultup yatağa taşıdı. Bir tanesi de doktoru çağırdı. Kadın içeri girip ne olduğunu gördüğünde çığlık attı. Eğilip gardiyan şefinin nabzını kontrol etti. Mr. A “Onun için yapılacak bir şey yok, siz kadının yanına gidin,” diyerek doktoru zorla kaldırıp benim yanıma soktu.
Diğer gardiyanlar cesedi dışarı taşıyıp hummalı bir şekilde etrafı temizlemeye koyulmuşlardı. Dr. Ceal bir yandan elime yüzüme bulaşan kanları temizliyor, öte yandan da yaralarımı kontrol ediyordu.
“Bütün dikişleriniz açılmış,” dedi durmaksızın akan gözyaşlarını önlüğünün koluna silerken. “Size sakinleştirici ve lokal anestezi uygulayıp dikişleri tekrar atmam gerek.”
“Hayır, dedim. “Beni ne uyutacaksın ne de uyuşturacaksın. Acının her bir damlasını hissetmek istiyorum.”
***
Dr. Ceal hastasına duyduklarına anlam veremeyen dehşet dolu bir ifade ile bakıyordu. Göz yaşları sonunda durmuştu.
“Kaç defa vajinama, anüsüme dikiş atıldı biliyor musun? Bilmiyorsan bile izlerden anlamışsındır. Vücudumun bu halde olmasının sebebini söylediler mi sana? Kocam olacak piçin beni bütün gece kırbaçladığını, bıçakla keserken tahrik olduğunu. Peki babam denen o puşt tecavüz ettiği için ancak üç yaşında yürüyebildiğimi anlattılar mı? Her gece çişimi kaçırdığımı. Okul sırasında oturamadığımı. Anlattılar mı bunları sana!”
Genç doktor sadece “Siz hatırlıyorsunuz,” diyebildi.
Yaralı kadın hatırladıkça midesinden yukarı tırmanan bulantı ile öğürdü. Son iki gündür bir şey yemediği için boş bir öğürtüydü bu. Biraz kendine geldiğinde, “Evet her şeyi hatırlıyorum, lanet olsun ki hatırlıyorum,” dedi. “Takılan çipin bir çalışma süresi var, yedi hafta sonra pili bitiyor. Bütün bunları ona göre ayarlamış olmalılar.”
“Fakat siz birini öldürdünüz.”
“Yani?” dedi suratını acı içinde buruşturarak, doğrulmaya çalışıyor ama başaramıyordu. “Buraya gelirken yüklü bir ödeme yaparız ve buradan canlı çıkacağımızın garantisi yoktur. Mahkûm hastaların tamamı siz ve sizin gibi kibirli budalalar bizi tedavi etmeyi beceremediği için bu işkenceye gönüllü oluyor. Nefes aldıkları her gün, her dakika acı çeken insanlarız biz. Beni tıktıkları o iğrenç kabin bile kendi bedenimde yaşamaktan daha kolay geldi. Burası bir mezarlık doktor hanım. Yaşamaya dair hiçbir umudu olmayan korkakların geldiği bir ada.”
“Çektiğiniz acıyı anlayabiliyorum ama o adam…” Dr. Ceal cümlesini bitiremedi, gardiyanın kadına yaptığının savunulacak bir yanı yoktu. Gerçi emir alarak bunu yapmıştı ama bunun bir önemi var mıydı? Kadına yıllarca işkence eden adamlardan daha farklı mı muamele görmeliydi? Kimin ölmeyi hak ettiğine, kimin ikinci bir şansa sahip olması gerektiğine karar vermenin bir yolu yoktu, tarih boyunca tamamen rastlantısal olarak bazı masumlar ölmüş, bazıları ise bütün yaptıklarına rağmen yaşamaya devam etmişti. Yanlış zamanda yanlış yerde olup olmamanıza bağlıydı her şey.
“Gardiyanların da bizden farkı yok. Onlar da yüklü bir ödeme karşılığında buradan canlı çıkacaklarının garantisi olmadığı halde buraya geliyorlar. Para onlar için değil, arkalarında bıraktıkları için. Yaşamlarının beş kuruş etmediğini biliyorlar ve ölümlerini satıyorlar.”
“Aynı benim gibi,” dedi Dr. Ceal ve sandalyeye çöktü. Başını ellerinin arasına alarak tekrar ağlamaya başladı. “Benim ufak bir kızım var, ameliyat olması gerekiyor ama..” dedi ve sustu. Neden buraya geldiğini anlamak zor değildi.
“Lütfen yaralarımı sarın,” dedi kadın. “Sonra da buradan siktir olup gidelim.”