Azabın Kapısı

· 10 dakikada okunur
Azabın Kapısı
Fotoğraf: Imad Alassiry / Unsplash

“Onlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler.”

Bakara Suresi, 11. Ayet

Öğle ezanı okunalı bir saati aşmıştı. Ellerinde ayakkabılarıyla, Azapkapı Camii’nden içeri girmişti. Bakışlarında yurt kurmuş olan hüzün ve derin iç çekmelerinde saklı pişmanlıkla ayakkabılarını bıraktı ayakkabılığa. Genişçe süzdü camiyi. Mimar Sinan’ın usta ellerinden çıkmış bu güzide ibadethane, asırlar aşmış sağlam çinileriyle, ustaların bin bir zahmetle işlediği nakışlarla, kubbenin iç yüzünü altın yaldızlarıyla süsleyen hatlarla çağlara meydan okuyan uhrevi bir azametle duruyordu karşısında. Süslemelere bakmayı bırakıp hızlıca namaza durdu. Her rekât sonunda eğildiği secdede, gözlerine dolan yaşlara engel olamadı. Yanaklarından, ince bir karınca gibi indi gözyaşları.

Namazını tamamlamayıp duaya açtı ellerini. Öyle iştahla, öyle nedametle yalvarıyordu ki Yaradan’a cümle kuşlar, kediler ve köpekler duyar sanılırdı civarda. Her cümlesinin sonunda gayri ihtiyari hıçkırıklarla inleyen sesi Azapkapı Camii’nin mübarek duvarlarından fırlatılan bir top gibi sekiyor, caminin içini atıl bir buhar gibi dolduruyordu. Duanın ortasında dayanamadı, saldı sonunda kendini. Haykırarak ağladı da ağladı…

“Ya Rabbi, Lütfen beni affet! İçimdeki bu ağır yükü hafiflet. Rahmetini esirgeme benden…”

Camide ondan başka kimse olmadığını düşünüyordu. Ancak ağlayıp haykırarak Allah’a yalvardığı bu cezbe anında, sağ omzunda yumuşak bir elin şefkatli hafifliğini hissetti. Başını çevirip baktığında, yanı başındakinin, yeşil takkeye sarılı beyaz bir sarık sarmış, yakaları altın rengi işlemeli yeşil bir cübbe giyen bir adam olduğunu gördü. Kara sakalları nizami şekilde taranmış ve kesilmişti. Bir tutam uzunluğundaydı. Düz ve güzel bir burnu, küçük kahve gözleri ve ufak, köfte dudakları vardı bu adamın. Yüzünde hüzünlü ama merhametli bir gülümseme vardı. Geldi, sağ yanına bağdaş kurdu. Meraklı gözlerle önce selam verdi, sonra lafa girdi:

“Esselamu aleyküm ve rahmetullah! Neden ağlıyorsun kardeşim, nedir hüznünün sebebi?”

Dursun, yaşlı gözleriyle ona baktı. Kolunun yeniyle sildi gözyaşlarını. Mahçup gülümsedi:

“Aleyküm selam… Pişmanım muhterem, ondan ağlıyorum. Çok pişmanım.”

Der demez yine katılarak devam etti ağlamasını. Bunu gören sarıklı adam, teselli edercesine sırtını sıvazladı. Bir müddet süzdü bu hüznü bedeninden taşan garibanı.

“Pişman olmak güzeldir… Allah ki, Rahman’dır, bağışlar. Rahmeti gazabını aşmıştır da, kulunun ona gelip yalvarmasını bekler. Eğer ki, kulu ona işlediği bir kabahatten ötürü gelip de ellerini açarsa inşallah geri çevirmez, bağışlar. Yaradan O. O’na her şey kolay.”

Bu cümleler karşısındaki nedamet sahibi, huşuyla salladı başını. Sanki bu adamın yanına gelmesiyle içindeki sönmek bilmeyen ateş, bir anlığına da olsa sönmüş, ferahlamıştı. Hiçbir şey demedi, öylece durup tebessüm etti. Devam etti sözüne muhterem:

“Benim adım, Yunus. Buraya her gün, öğle namazından bir, iki saat sonra Kur’an’dan bir cüz okumak için gelir, sonra da ikindiyi beklerim. Sen kimsin, kimlerdensin? Neden böylesin?”

Dursun, duruşunu dikleştirdi ve o da bağdaş kurdu. Dizleri üzerinde oturmaktan ayakları uyuşmuştu artık. Boğazını temizleyip sorusunu cevapladı:

“Benim adım Dursun, buralardan değilim ben. Trabzonluyum. Hapisten yeni çıktım Rahşan affıyla. Bir süredir bir hemşerimin evinde kalıyorum evim, barkım yok. Ekmeğimi kazanacak bir işim de haliyle…”

Yunus, başını sakince salladı ve gülümsedi yeniden. Bu seferki, gülüşünde son derece dostane ve sıcak bir güzellik vardı. Ne kendisine yargılar gibi bakıyordu, ne de az evvel duyduğu hapishane meselesini önemsiyor gibiydi.

“Allah’a şükür çıkmışsın, çilen bitmiş. Rabb’im yüzüne gülmüş. Soracağım ama sakın yanlış ama… Maksadım ne ayıbını araştırmak, ne de seni mahcup etmek. Belli ki, pişmanlığının sebebi, az evvel bahsettiğin meseleyle ilgili. Anlat derdini, bir derman bulalım.  Derman Allah’tan tabii, belki vesile oluruz. Olamasak da, derdinle dertlenir, beraber üzülür, ağlarız.”

Bu mübarek adamın ona rahmet nazarıyla bakması, içindeki kara zinciri kırıp ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Dayanamadı, bir yandan ince ince ağlayarak başladı anlatmaya hikâyesini:

“Kan davası vardı bizim aile ile köyden başka bir aile arasında… Vaktiyle öbür ailenin reisi, babamı vurmuş, öldürmüş. Ailenin de en büyük çocuğuyum ben. Beş kardeşiz. Anam elime babamdan yadigâr beylik revolveri tutuşturdu. ‘Babanın kanını almadan gelme bu eve, eğer olur da başaramazsan ne bu evden bir daha içeri adımını at, ne de bana ana de.’ dedi. El mahkûm bir gece vakti, elimde silahla düştüm yola. Vardım evlerine, aniden girdim kapıyı kırıp. Elimde silahla evde kim var, kim yok herkese ateş ettim. Sonra da işte, buralara kadar geldim.”

Yanındaki cübbeli adam, bir yandan sakalını sıvazlayıp dinliyor, bir yandan da manalı bir şekilde başını sallıyordu.

“Allah afetsin, ölenleri de Rabb’im cennetine koysun. Çok büyük bir kabahat işlemişsin ama Allah’ın affetmeyeceği günah yok, için rahat olsun. Belli ki, bu hadiseden sonra da yüzünü Hakk’a dönmüşsün. Dermanı doğru yerde arıyorsun. Bak, sana ne diyeceğim? Evin yok, işin yok. Bizim bu yakınlarda bir dergâh var. Orada hem sana aş, hem iş verirler. Çoğu kimse bilmez, mütevazı bir cemiyettir orası. Kalacak yerin de olur. Hem de güzel bir yola girmiş olursun, kabahatini de bu yolla fazlasıyla telafi etmiş olursun. Ne dersin?”

Eski mahkûm, duydukları karşısında şaşırmıştı. Hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Normalde, bir an önce iş bulup biraz para biriktirip sonra memleketine dönmeyi düşünüyordu. Ancak bilirdi böyle yerleri. Dedesi de bir dervişti. Molla Cemal derlerdi köyde ona. Dedesinin gittiği dergâhta yardıma muhtaçlara kucak açılır, ihtiyacı olanın ihtiyacı giderilirdi. Paraya ihtiyacı olana para bile verdikleri olurdu. Zaten arkadaşına da mahcup oluyordu. Ne bir işin ucundan tutturuyordu ahretlik dostu Ali, ne de maddi bir karşılık bekliyordu. Ona daha fazla yük olmak istemediğine karar verdi bir an düşününce. Dervişe döndü:

“Kabul Yunus kardeş… Ben bugün gidip eşyalarımı toplayayım, yarın yine burada öğle namazından sonra buluşalım. Orada bir süre kalır, bir iş bulur sonra da zamanı gelince memlekete dönerim.”

Bunu duyan Yunus, muzipçe gülümsedi:

“Hele acele etme, burada bir süre kaldıktan sonra da belki hiç gitmek istemeyeceksin. Acele işe şeytan karışır.”

***

Azapkapı’daki Kahhariye dergâhına yerleşeli iki üç gün olmuştu. Buraya geldi geleli, içi huzur bulmuştu sanki. Yapılacak işlere yardım ediyor, oradaki hafızlardan Kur’an okumayı öğreniyor ve hiç kaçırmaksızın, dergâhın şeyhi Molla Abdulkahhar’ın müritleriyle yaptığı sohbetlere katılıyordu. Kaldığı birkaç günde dikkatini çeken en önemli şey ise, bu mübarek zata bende olmuş nice kişiye baktığında onun gibi garibanlar olduğunu fark etmişti. Bir zamanların katili, dolandırıcısı, hayat kadını tepetaklak yuvarlandıkları o karanlık yollardan yüz çevirip burada almışlardı soluğu.  Kadınlar, dergâhın haremlik kısmında kalıyor, erkekler ise selamlıkta konaklıyordu. Her gün yaptıklarıyla bir işe yaradığını hissediyor, öğrendikleri ve dinledikleriyle kendisini yeniden inşa ediyordu.

Şeyhin sohbetlerinde anlattığı Allah’ın rahmeti, ihsanı ve ikramı, peygamberlerin kıssalarındaki nice dersler ve sahabelerin güzel hallerindeki hikmetler her dinlediğinde ve hatırlattığında yolunu aydınlatıyordu. Davranışları sakinlemiş, her gece dur duraksız gördüğü o maktullerin öfkeyle kendisinden hesap sorduğu kâbuslar birden kesilmişti. Onun yerini ise, Molla Abdulkahhar’ın şefkatli bakışları ve onunla yaşadıkları hakkında konuştuğu güzel rüyalar almıştı. İşin ilginci, her sabah uyandığında, yatağının altında bir adet 50 milyon lira buluyordu.

Molla Abdulkahhar ilginç bir adamdı. Gündüz vakitleri müritlerinin ona tuttuğu bir şemsiye altında yürüyor, girdiği odaların perdeleri daha o girmeden hemen çekiliyordu. Hiç çıkarmadığı bir güneş gözlüğü ve deri bir çift eldiveni vardı. Diğerlerinden duyduğuna göre körmüş ve ellerinde sedef varmış. Güneş de cildine iyi gelmediği için sürekli şemsiye ile geziyormuş. Yaşı kemale ermiş nihayetinde. Bunca hastalığa rağmen o dinç duruşu, sohbetlerdeki coşkusu onu bir yandan şaşırtırken, kendisine hayran ediyordu.

İkametinin beşinci gününde aklına Yunus’un dedikleri geldi ve tebessüm etti.

“Yunus haklıymış, öyle mutluyum ki burada, hiç dönesim yok memlekete.” Dedi kendi kendine.

***

Bir ay geçmişti o huzurlu mekâna yerleşeli. Artık Kur’an okumayı öğrenmiş, şeyhten tevbe almıştı. Artık o da bir mürşide mürit olmuş, Hakk yoluna topyekûn girmişti. Her gün ödevlerini yerine getiriyor, rabıtasını yapıyor, bunları yaptıkça da içindeki can pervanesi Allah aşkının ateşine atılmak için çırpınıyordu. En huzur bulduğu ve cezbeye geldiği zamanlar ise birlikte zikir halkası kurdukları ve kasideler, defler ve neyler eşliğinde temaşa ettikleri anlardı.

İkinci aya ulaştığı gece, zikir odasından gelen çığlıklarla uyandı. Kaldığı oda, zikir odasıyla aynı koridorda bulunuyor, bu temaşanın devir daim ettiği oda, o salonun hemen sonunda çift varaklı kapısıyla asaletle duruyordu. Gözlerini ovuşturdu. Bazı geceler şeyh ve erkânından en yakınları bu odaya kapanır, zikir çekerlerdi, biliyordu. Gece zikirlerine o da katılmak istiyordu ancak ne zaman istese, hemen bir bahaneyle geçiştirilerek reddediliyordu. Ne zaman şeyh hazretlerine bu talepte bulunsa, şeyh kendisine, “Henüz hazır değilsin evladım ama emin ol, vakit yakındır. Sadece sabret.”

Çığlıkların duyulduğu yana doğru hızla yataktan doğrulup atıldı. Odayı avını yakalamaya azmetmiş bir atmaca gibi terk etti ve hızlı ama temkinli adımlarla ilerledi. Kapı aralıktı. Defler vuruluyor, neyler çalıyordu. Dervişler bir ağızdan zikrediyor, Molla ise her zamankinden farklı ve boğuk bir sesle haykırıyordu. Yavaşça yanaştı çift varaklı kapıdan kapalı olanın arkasına. Göz ucuyla olan bitene göz attı.

Dervişlerden biri, diğerlerinin ortasında ve şeyhin önünde diz çökmüştü. Başını iki yana sallayarak cezbeye gelmişti. Diğerleriyse ona son derece yakın şekilde eğilmişlerdi. Bir anda şeyh hazretleri, “Ya Kahhar, Ya Cebbar, Ya Müntekim!” diye haykırdı. Halka olan zikir ehli, dervişin önünü tamamen kapatmıştı. Dursun, daha iyi görmek için eğilince dengesini sağlayamayıp kapıya tosladı. Gürültüyü duyanlar kapıdan yana bir bakış atınca gördükleri karşısında küçük dilini yuttu. Şeyh hazretleri gözlüklerini çıkarmıştı ve göz bebekleri gecenin karanlığında kan kırmızısı parlıyordu. Diğer dervişlerinden ondan bir farkı yoktu. Hepsinin de dudaklarının iki yanından ince şeritler halinde kan damlıyordu. Ortada yatanı ise şimdi daha iyi seçiyordu. Bu, onun buraya gelmesine vesile olan Yunus’tan başkası değildi.

Dehşetle olduğu yerden hızlıca kalktı ve odaya koştu. Arkasından gelen adımların sesini duysa da şeyhin onlara şöyle seslendiğini duydu:

“Bırakın garibi! Hiçbir şey yapamaz, içiniz rahat olsun. O da artık bu yolun yolcusu, zamanıysa tamama bu gece erdi.”

***

Gece şahit olduklarından sonra uykuya dalmakta zorlanmıştı, uyku nihayetinde onu teslim aldığındaysa gördüğü sayısız kâbustan kurtulamamıştı. Gördüğü bu kara rüyalarda, hep zikir odasında Molla Abdulkahhar ile baş başaydı. O mübarek zat gitmiş, sanki öldürmeye yeminli bir karabasan gelmişti. Hareketleri çok çevikti, ne yana gitse karşısında bitiyor ve şeytani bir ifadeyle ona gülümsüyordu. Aydan parlak, bıçaktan sivri köpek dişleriyle ona tebessüm ediyor, tırnakları uzamış ölgün elleriyle onu yanına çağırıyordu. Ansızın zikir odasının kapısı, bir gümbürtüyle kapandı ve şeyh hazretleri hemen yanındaydı. Sivri dişlerini boynuna geçirdi. İlk başta canı çok acıyordu ancak bir süre sonra tüm acılar dinmişti. Şeyh hazretleri başını kaldırdığındaysa da çenesinden kan damlıyordu ancak yine o eski nurani sıfatıyla duruyordu karşısında. Ona bu sefer, şefkatle bakıyordu, bir deri bir kemik kalmış, sivri tırnaklı elleriyle sağ yanağını okşuyordu.

“Geçti Dursun evladım!” dedi ona, “Artık her şey geçti…”

***

Ertesi sabah olduğunda sanki hiç uyanmadığı kadar huzurla ve neşeyle uyanmıştı. Boynundaki acıya hiç aldırmıyor, “Böcek ısırmıştır herhalde.” deyip, keyifle yeşil takkesini takıp sarığını sarıyordu. Sabah namazı için abdesthaneye gittiğinde, Yunus’un ona doğru geldiğini gördü. Beti benzi atmıştı, bakışlarında ise ilk tanıdığı rahmani parıltıdan sadece ufak bir kırıntı kalmıştı. Ama yüzünde hasta haline tezat bir neşe vardı. Dursun’un koluna girdi.

“Dursun’um, müjdemi isterim. Şeyh hazretleri, bugün namaz vakitlerinde en ön safta arkasında namaza durmanı istedi. Bir de gece teheccüd namazını kıldıktan sonra gece zikrine senin de kalmanı istedi. Sonunda isteğin kabul oldu kardeşim! Gün boyu Abdulkahhar hazretlerinin yanından ayrılma. Bugün şemsiyesini de sen taşıyacaksın.”

Bunu duyunca sevinçten gözleri doldu ve heyecanla Yunus’a sarıldı. Yunus ise, bitkin halde ona bu haberi verdikten sonra dergâhın mescidine gitti. O da abdestini güzelce alıp, ardı sıra sabah namazını kılmaya gitti.

***

Bütün günü öyle huzurla ve aşkla geçmişti ki… Geceyi beklerken sığmadı içi içine. Her anında mürşidinin yanı başındaydı. Sohbette, yemekte, namazda, tekkeyi teftiş ederken bir an bile ayrılmadı. Hatta günlük ödevlerini efendisinin yüzüne bakarak yapmıştı. Rabıtaların en güzeline ermişti. Çok şükür ki, girdiği bu kutlu yolda her geçen gün kıdeminin arttığını hissediyor, bugünse vuslata kavuştuğunu açık seçik görüyordu.

Nihayet yatsı vakti geçti, gece yarısı oldu. Teheccüd namazını kılıp, efendisinin yanına gitti. Diğer dervişlerde mürşidin yanında toplanınca hep beraber zikir odasına geçtiler. Dervişlerinin kiminin elinde def, kimisinin elinde ney vardı. Hep beraber geniş, yuvarlak meydanın ortasında halka şeklinde dizildi. Molla Abdulkahhar en başa yere serilen postun yanı başında durdu. Odanın dört bir yanı boydan boya kara perdelerle çevriliydi. Perdelerin üzerindeyse altın yaldızlı Arapça “La ilahe illallah” yazıyordu.

Defler vurulmaya, neyler dertli dertli ötmeye başladı. Hep bir ağızdan “La ilahe illallah” diyerek zikir çekmeye başladılar. Ritim hızlandı, “Hu” nidaları yeri göğü inletti. Artık öyle hızlanmışlardı ki, Dursun, cezbeye gelip kendini halkanın ortasına atıp diz çöktü. Başını bir sağa sola sallayarak, gözlerini tavan dikmiş temaşaya eşlik ediyordu. Abdulkahhar, boğuk ve ürkütücü bir sesle haykırdı:

“Ya Kahhar, Cebbar, Ya Müntekim!”

Diğerleri de hazretin bu talimatıyla aynı esmaları bir ağızdan haykırmaya başladılar. Bir yandan kıpkırmızı gözleri ve sivri dişleriyle kurbanlarına yanaştılar. Hepsi de ağızlarını iştahla açmış, ürkütücü hırlamalarla saldırmaya hazırlanıyordu. Ansızın duvarlardaki perdeler yüksek hışırtılarla yere düştü. Gördüklerinin dehşetiyle olduğu yere mıhlanan Dursun, göz ucuyla karşı duvardaki aynaya baktığında ciğerinden bir feryat kopardı. Aynada etrafını çevrelemiş bir düzine sarık ve cübbe havada asılı şekilde sağa sola oynuyor, defler ve neyler can çekişen bir hayvan misali titreşiyordu. Civarındakiler hunharca geçirdi dişlerini savunmasız boynuna, sinesine ve kollarına. Onlar, kurbanlarının canıyla can bulurken, biçarenin canından can gidiyordu.

Molla Abdulkahhar gür ve boğuk sesiyle gariban dervişe haykırdı:

“Bizler Allah’ın kahredişine vesile olanız. Bizler, Allah’ın hiddetiyle bu dünyada hikmet bulanız! Bizler, Yaradan’ın intikamını gerçekleştireniz. Sen de artık bizden birisin Dursun evladım… Sen de Allah’ın adıyla kahredesin, intikam alasın ve öfkesine yol veresin.”

En son gördüğü şey ise, zikir odasını dolduran sayısız cübbeli ve kara çarşaflı siluetin yakut misali gözleri ve öç almaya yeminli çarpık ve korkutucu yüzleriydi.

SON

Mastodon