Cemal, babasından ona yadigâr kalan ve senelerdir komodinin alt rafında bekleyen beylik tabancasının artık bir amaca hizmet etmesi gerektiğine inanıyordu. Her şey planladığı gibi giderse eğer, kırk yıllık kamburunun tüm yükü hafifleyecek ve özlemini duyduğu o sessizliğe kavuşacaktı. En azından Cemal böyle olmasını umuyordu. Son bir haftasını hayatının nasıl bir sonla bitmesi gerektiğini düşünerek geçirmişti. Seçenekleri arasında, doktorunun ona reçete ettiği yatıştırıcıları bir seferde içmek de vardı. Böylesi bir yöntem daha temiz ve daha acısız olabilirdi elbette. Ancak kafasındaki ses, Cemal’e bunun fazla kadınsı bir hareket olduğunu ve ona ardından korkak diyeceklerini söylemişti. Cemal korkak bir adam olarak ölmek istemiyordu. “Kendine yakışanı yap, babanın oğlu ol,” diyordu ses inatla. Babasından Cemal’e yadigâr kalan tek şey gümüş kabzalı tabanca değildi. Rauf Bey, doğduğu gün biricik oğluna hayatı boyunca onunla olacak başka bir şey daha bırakmıştı: Hiç susmayan ve Cemal’in beynini arsız bir fare gibi kemiren o sesi… “Evet, babam gibi öleceğim,” dedi Cemal ayağa kalkarken.
Ancak öncesinde halletmesi gereken bazı mühim işleri vardı. Her sabah aç açına gelen yaşlı Porsuk için dünden kalma çorbanın tamamını penceresinin önüne bıraktı ve yanına koca bir kap da su koydu. Günlerdir yığına dönüşmüş bulaşıkları hızlıca sabunlu sudan geçirdi ve mutfak masasını sildi. Evi oldukça küçüktü, temizlemesi pek uzun sürmedi. Tek başına yaşayan bir adam için bir yatak odasından fazlası lükse girerdi. En yeni duran takım elbisesini de ütüleyip üzerine giydi. Her şey tamamdı artık, gitmeye hazırdı. Komodinin çekmecesini açtı ve ipek mendile sarılı tabancayı çıkardı. “Biliyorsun, tek bir hakkın var. Kendini öldürmeyi beceremezsen şimdikinden daha korkunç bir suratla yaşayacaksın.”
Biliyordu. Ama gerçekten çok mu korkunçtu suratı? Cemal, genç bir delikanlıyken aynalara bakmayı çok severdi. Yakışıklıydı. Evet, kızlar ona böyle diyordu. Ne güzel günlerdi ama! Aklında bir zamanlar sadece ilham fısıltıları dolaşırdı. Hayal gücünü enstrümanına işlemek konusunda eline su dökecek kimseler yoktu. Onun şarkıları çok farklı renkleri anlatırdı. Dinleyenleri daha önce hiç girilmemiş duygu denizlerinde yüzdürür, tıpkı kendi ruhunun iniş çıkışları gibi, onları önce devasa karanlık dalgaların içinde hırpalar sonra da berrak kıyı sularında dinginleşmeye bırakırdı. Cemal her zaman diğerlerinden çok farklı bir insan olmuştu, çocukluğundan beri duyduğu tek şey buydu. Farklıydı ama eşsizdi işte. Sonra bir şeyler çok ters gitmeye başlamıştı. Dengesiz bir adam olan babasının dramatik ve kasti gidişi, Cemal’in ilham perisini zehir tüküren bir iblise; engin hayal dünyası küf kokan, sahibini içinde boğmaya ant içmiş karmaşık bir çöplüğe dönüştürmüştü. O artık çevresinde ona hayranlık duyan insanlarla çevrili delikanlı değildi. Cemal artık, kendinden nefret eden ve sanrılarıyla baş başa bırakılmış meczup bir adamdı. Göz rengi gibi kader de bir kuşaktan öbürüne geçen bir şeymiş demek, Cemal bunda hemfikirdi.
Tabancayı şakağına dayadı ve gözlerini kapadı.
Tetiği tam çekeceği vakit, cırtlak ve ince bir ses oturma odasında yankılandı. “Gerçekten oldu!”
Cemal sımsıkı kapadığı gözlerini araladı. Karşısındaki eski ahşap koltukta beliren misafir kalbini hızlandırdı. Hatta bu gizemli misafir, Cemal’in kalbini ölümün eşiğinde durmaktan daha çok hızlandırmıştı. Genç kızın daha önce hiçbir ev ve insan görmemiş gibi merakla parıldayan gözleri, odayı birkaç saniye süzdükten sonra Cemal’in şaşkınlıkla bakan yüzüyle buluştu.
“Merhaba Cemalettin Bey! Hayal ettiğimden daha uzunmuşsunuz. Neredeyse kapı kadarsınız!”
Genç kız tek kelimeyle garipti. Dizine kadar uzanan karpuz desenli çorabı, üzerine giydiği mavi renkli bol ceketi ve hatta bakışları bile bir garipti. Cemal, hayatında daha önce böylesine heyecan dolu bakan başka bir insan görmediğine yemin edebilirdi. Kimdi bu kız ve neden o geldiğinde kafasındaki ses susmuştu?
“Siz gerçek misiniz?” diye mırıldandı Cemal. Gözlerine ve kulaklarına inanmakta güçlük çekiyordu. Böylesine gerçek duran bir sanrıyı daha önce hiç görmemişti.
“Bilmem. Hem ne fark eder? Uyumadan evvel burada olmayı hayal ettim ve işte buradayım!” Genç kız memnun bir ifadeyle sırtını tamamen koltuğa yasladı. “Elinizdeki şeyi bırakır mısınız lütfen? Ne olur ne olmaz bir kaza çıksın istemem.”
Cemal, şaşkın gözlerini elinde duran tabancaya indirdi ve onu yerine koydu. “Kimsiniz?”
“Ben Ece. On altı yaşımdayım, öğrenciyim ve bir kitap kurduyum,” dedi kız gülümseyerek, sonra ses tonunu yapay bir şekilde ciddileştirdi. “Siz ise 1965 yılının İstanbul’unda kendi iç dünyası ile sonsuz bir çekişmeye girmiş, babasının kaderini yaşamaya mahkûm bırakılmış eski müzik dehası Cemalettin Bey’siniz, değil mi?”
“Sanırım...” Dedi Cemal. Gözleri, kızın ağzını her açısında daha da kocaman oluyordu. Parmağını çenesine dayayarak sorgulayıcı bir ifadeyle bacak bacak üstüne attı. “Bütün bunları nereden duydunuz?”
“Yazarınız kitabının arka kapağında sizi böyle tasvir etmiş. Şahsen ben bu kadar karamsar cümleler kurmazdım.”
“Yazarım mı?” İşte şimdi her şey daha da garip bir hal almaya başlamıştı.
“Evet, Cemalettin Bey. Siz bir kitap kahramanısınız ve ben de sizin bir okuyucunuzum.”
Cemal bir hışımla ayağa kalktı ama gözlerine inen kara perde onu tekrar oturmak zorunda bıraktı. Soğuk terlerin tüm vücudunu ele geçirdiği hissedebiliyordu. Birkaç dakika boyunca hiçbir şey demedi. Komodinin üstünde duran sigarasını yaktı ve dumanını takip ederek içmeye koyuldu.
“Böyle damdan düşer gibi söylediğim için özür dilerim,” dedi kız utangaç bir ifadeyle. “Ama öğrenmeye hakkınız vardı. Kaderinizin sorumlusu siz değilsiniz, sorumlusu Rauf Bey.”
“Biliyorum,” dedi Cemal soğuk bir tonla. “Ben de babam gibi deliyim ve onun sonunu yaşayacağım, bunu zaten biliyorum.”
“Babanızdan bahsetmiyorum ki. Yazarınız olan Rauf Bey’den bahsediyorum. Babanıza kendi ismini vermiş.”
Cemal bir süre genç kızın cümlesini tartmak zorunda kaldı. Zaten başıboş düşünceler içinde ağırlaşan kafası şimdi hepten kaldırılamaz bir hal almıştı. Varlığı sadece bir illüzyondan ibaret miydi? Ama Cemal yaşadığı her şeyi, tüm güzellikleri ve korkunçluklarıyla iliklerinde hissettiğine emindi. Boşta duran eliyle ortalıkta duran kalemi aldı ve genç kıza fırlattı.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu kız şaşırarak.
“Zihnim benimle yine dalga mı geçiyor onu kontrol ediyorum.”
“Hayır! Öyle olsa kolum acır mıydı?”
“O zaman …” Sigara midesini bulandırmıştı ve onu yarısındayken söndürdü. “Yazarım beni başka türlü yazsaydı eğer, daha farklı bir hayatım mı olacaktı?”
Genç kız kafasını aşağı yukarı salladı. “Evet, öyle olacaktı. Belki de sizi yazmaya karar vermese hiç var olmayacaktınız.”
“Bu düpedüz kahpelik!” diye bağırdı Cemal. “Madem beni kendime öldürtecekti o zaman ne diye…” Ağlamak istediyse de kendini zor tuttu. “Bunların hiçbirini hak etmedim.”
“Haklısınız. Ama bir de şöyle düşünün. Gençlik yıllarınızı bu kadar başarılı yapan şey de size verilen hastalıktı. Benim dünyama kendi cevherini işleyememiş o kadar normal insan var ki… Siz farklısınız Cemalettin Bey, var olduğunuz dünyanın görüp görebileceği en büyük müzik dehasısınız.”
“Öyleydim. Artık sadece deliyim.” Dedi Cemal cılız bir sesle. Gözlerini uzaktaki bir boşluğa dikti. “Geçmiş şimdi o kadar uzak geliyor ki yaşananları hayal meyal hatırlıyorum. Sanki pis bir örümcek beynimin içinde ağlarını örmüş gibi…”
“Ben sizi gayet iyi hatırlıyorum. Kitabın ilk yüz yirmi sayfası sadece yükselme döneminizi anlatıyor. 1951 yılında verdiğiniz resitalde çaldığınız şarkıyı o kadar merak ediyorum ki! Hayal etmeyi çok denedim ama gözlerimi kapadığımda kendimi bir türlü o sayfaların geçtiği yerde bulamadım. Biliyor musunuz sizden özenip anneme bir piyano bile aldırdım!”
Cemal ilk kez gülümsedi. “Çalabiliyor musun bari?”
Genç kız utandı. “Şey, ben biraz maymun iştahlıyım ve belli ki müziğe pek de yeteneğim yok. Ama çok kitap okuyorum ve ileride yazar olmak istiyorum.”
“Eğer bunu başarırsan senden bir ricam olacak, lütfen kendini sevmeyen karakterler yaratma.”
“Benim hikayelerim her zaman mutlu sonla bitecek. Söz veriyorum.” Genç kız kol saatine baktı ve aceleyle ayağa kalktı. “Birazdan alarm çalacak. Okula gitmem gerekiyor!”
“Dur!” diye atıldı Cemal. Kızın gidişiyle kafasındaki yamyam sesin tekrar doğmasından korkuyordu. Yıllardır onunla konuşan tek ‘gerçek’ şey bu kızdı. “Tekrar gelecek misin?”
“Bilemiyorum. Keşke rüyalarımı kendim kontrol edebilseydim. Sanırım bu sefer kafamda o kadar güzel hayal ettim ki buraya gelebildim.” Kızın suratı bir anda asıldı ve düşünceli gözlerini üzüntüyle Cemal’in yüzünde gezdirdi. “Eğer kendinize kıyarsanız… Daha doğrusu ben bunu okursam, geldiğimde kendimi bomboş bir evde bulabilirim.”
“Sonumun ne olacağını henüz bilmiyorsun demek?”
“Hayır. Yazarınız sizin son sayfanızı çoktan yazmış olabilir. Ama ben bunu okumazsam, hayal gücümde hala yaşıyor olursunuz.” Genç kızın gülümsemesi o kadar sıcaktı ki Cemal içinde kaskatı kesilmiş bir şeylerin çözündüğünü hissetti.
Nereden geldiği belirsiz bir aura demeti genç kızın etrafını sararken Cemal’in misafirinin yavaş yavaş silikleşmesini izlemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ama son anda, cevabından korktuğu o soru dudaklarından dökülüvermişti.
“Sen gerçekten gerçeksin, değil mi?”
“Evet.” Dedi kız gözden kaybolmadan hemen önce. “En az sizin kadar gerçeğim.”