Güneşi Yanında Götüremezsin

· 4 dakikada okunur
Güneşi Yanında Götüremezsin
Fotoğraf: Akin Cakiner / Unsplash

Güneşin kaybolmasının üçüncü günü, saat öğlen on ikiyi yirmi geçiyordu. Trenin kalkmasına yaklaşık iki saat vardı. Hepimiz perondaydık. Valizlerimiz, kolilerimiz, renk renk ve biçimsiz çantalarımızla yan yana dizilmiş, kısa aralıklarla tepemizdeki devasa saati kontrol ediyorduk.

Ama ne kadar dik bakarsak bakalım zaman bir türlü istediğimiz hızla ilerlemiyordu. Herkes birkaç dakika sürmesi gereken alelade bir doğa olayına sıkışıp kalmış, karanlıktan sürünerek çıkmayı deniyordu.

Bekleme salonuna doğru döndüm. Nefesimden çıkan buharın arkasında, kalın taş duvarları ve camlarıyla morg kadar güvenli ve soğuk duruyordu. Cesetleri o yüzden bunun gibi yerlere taşımaya başlamışlardı. Demek insanların bütün iyiliği başkaları onları gördüğü içindi ki gündüzleri gecelerden daha karanlık olduğunda hemen birbirlerinin gırtlağına çökmüş, böğürlerinde delikler açmış, gözlerini oyup kafataslarını parçalamışlardı.

İstasyonun ışığı titrediğinde karanlığın enseme saplandığını hissettim. Eğer şimdi, böyle kalabalık bir yerde elektrik kesilse başımıza ne gelirdi?

İçerideki askerlerden biri bakışlarımı yakalayınca yeniden saate odaklanmış gibi yaptım. Sadece birkaç dakika geçmişti.

“Tarlalarım gitti. Böyle boyum kadar ayçiçeği doluydu. Ah, hepsi ölüp gidiyor. Afitap’ın çiçekleri de gi-”

“Dayı, Allah’ını seversen sus. Hepimizi yakacaksın şimdi.”

Karanlıkta durduğunda, görünmez olmayı istemeye başlıyordun. Kimse seni görmemeli, nefesini bile duymamalıydı. Kimsenin de ayağının altında dolaşmamalıydın; gelip kazayla sana çarpmamalılar, takılıp sendelememeliydiler. Yoksa aslında hedefi sen olmadığın bir öfke gürlemeye başlar, yaşadığın ilk şoku ve acıyı silerek üstünden geçerdi.

İlk konuşan, yaşlıca bir adam, kafasında kasketi, nasırlı ellerine hohluyordu. Gözleri ve burnu kızarmıştı. Güneşin kaybolması onun için kendi başına bir felaket değildi. Hayatına olan pratik yansımalarından korkuyordu olsa olsa. Bir anının kaybolması, bu yüzden çoktan kaybettiği birinin biraz daha eksilmesi. Hayatta kalmasını gerektiren sebepler azalırken, hayatta kalmasını sağlayacak kaynaklarını da kaybediyordu.

Onu susturan delikanlıysa atkısını bütün kafasına sarmış, sakalı ve yüzünün derinliklerine kaçmış gözleri dışında bedeninin bütün parçalarını gizlemeye çalışıyordu. İşte o, güneşin kaybolmasının tam olarak ne anlama geldiğini anlamamış olsa bile, dehşetini olduğu gibi hissedebilenlerdendi.

Güneşin onlardan alındıktan sonra kime verileceğini sormuyorlardı. En başta onlara verildiğinde de hiçbir soru sormamışlardı zaten.

İki saat ne zaman geçer?

Midemin üstünde, sağ tarafıma doğru keskin bir acı hissettim. Karaciğerim. Gözlerimi yumdum. Yanımda biri metal bir nesneyi yere bıraktı. Bir kafesti. İçerisindeki kartalın ıslak kokusu burnuma ulaşmadan önce bile biliyordum bunu.

“Yeniden mi?” diye sordu bana kartal. Kanatları kanlı. Zamanın her bir parçası tüylerinin üstüne çöreklenmişti. Gagası bir şey, tahminen et parçası geveliyor gibi hareket ediyordu. Eski anılar kolay unutulmazmış. Şu anda kafesinin kalın parmaklıklarının ardında olsa da bunun bir aldatmaca olduğunu bir tek ben biliyordum. Her an kanatlarını iki yana uzatıverebilir, hava bu hareketiyle dalgalanarak kafesi esneterek hepimizi içine alacak kadar genişleyebilir, parmaklıklar önce ayaklarımızın altına serilir gibi gözükebilir ama aslında hepimizin üstünde yükselerek tepemize çökebilirdi.

Aşağıya baktım. Tahtalarla zapt edilmiş, hiçbir yere gidemeyen ama her yere uzanan tren rayları. Atlayıp koşsam… Çantam çok ağırdı. Daha birkaç adım atamadan, kartal, suratını bedenime gömerdi.

“Bu sefer farklı,” diye yanıtladım onu. “Yeniden diyemezsin. Tekrarladığım bir şey değil bu. Hatta bir hata yapıyormuşum gibi tonlayamazsın da. Bu sefer, insanların hak etmediğini biliyorum.”

“O zaman daha vahim. Süzme salaksın demektir.”

“İnsanların hak etmemesi, insanlığın hak etmediği anlamına gelmez ki.”

Az önce göz göze geldiğim genççe ama çökük asker hâlâ bana bakıyordu. Bir kartalla konuştuğumu anlamamıştı şüphesiz. Yanımdakilerden biriyle konuştuğumu sanmış olmalıydı. Ama konuştuğum kişiye bakmıyordum ona göre. Çekingence kafamı eğmiştim. Bir kez daha göz göze geldiğimizde içerideki diğer iki askere bir şeyler söyledi, onlar dönüp beni süzerken dışarı çıktı.

Yanımızdaki, az önce konuşan iki adam da şaşkınlıkla bir bana bir kartala bakıyordu.

“Yalnız bu sefer kalbin de kırılacak, Prometheus,” dedi kartal, bana. “Belki son olur. Biliyorsun, bir sürü soruna neden oluyor bu yaptıkların.”

Beni koruyordu sözde. En çok kanıma dokunan buydu. Kasıklarımın üstüne oturmuş, kanlı suratının ardında gözleri parlarken attığı çığlık kulaklarımda titremeye devam ediyordu. Bu tabloda kimsenin kimseyi düşündüğü yoktu. Kartalın, yanımızdaki adamların, artık arkama kadar gelmiş olması gereken askerin, tren raylarının, geçmeyen saatlerin…

Arkamı döndüğümde, asker sahiden oradaydı. Zaten öyle olması gerekiyordu; görmüştüm bunu, biliyordum. Kehanetler… Bir şeyler söylüyordu ama ağzı oynarken sesi çıkmıyordu. Yavaşlamış, kendisini saatin akışına uydurmuştu. Havada donan tükürüğünden anlaşılıyordu, sinirliydi. Korktuğu için olduğunu biliyordum. Her seferinde korkmuşlardı. Beni unutmuş olmaları işlerini kolaylaştırmıyordu. Sadece yeni bir isim vermelerine neden oluyordu. Bu seferkiyle beni lanetleyecekleri kesinleşmişti.

Olması gerekenle olanların farklı olması ne kadar acınasıydı. Olması gerekenlerin doğasının kötücül olmasıysa bir yerde buna dayanıyordu.

“Salaksın,” dedi kartal bana. Zamanı aşan bir çığlık. Hepimizin önüne geçmişti ama kimseyi durduramıyordu.

Sonsuzluğa kaç tane iki saat sıkıştırabilirsiniz?

Ben bir tane bile sıkıştıramadım.

Çantama uzanıyordum. Asker de sırtındaki tüfeğini indiriyordu. Benim acelem yoktu, onunsa eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Oysaki her şey tam olması gerektiği anda olacaktı. Kehanet başkasının parmaklarının ucundaydı.

Güneş, bir tüfeğin patlamasıyla yeryüzüne doğdu.

Rayların üzerine serilmiş göğsümün ortasından, bir çantanın içinden.

Not: Bu öykü ilk olarak 2021 yılında Esrarengiz Hikâyeler'de yayımlanmıştır.
Mastodon