Kaleydoskop

· 8 dakikada okunur
Kaleydoskop
Fotoğraf: drmakete lab / Unsplash

3724

Dürbününü yazı masasının çekmecesine koydu. O adamın bakışlarında bir şey vardı, tüylerini ürperten bir aşinalık.

Sağ tarafa kavislenen toprak yol, şehir merkezindeki idam platformuna doğru uzanırdı. On, on beş adım aralıkla, telefon ve radyo tellerini taşıyan, aynı zamanda geceleri yağ fenerlerinin asıldığı direkleri geçerdiniz. At arabalarının kaldırdığı toz ve yaydığı koku gözlerinizi yaşartırdı.

Ve darağacının önüne geldiğinizde, arkanızda bıraktığınız direklerin ne kadar güçsüz, acınası olduğu, öncesinde defalarca fark etmediyseniz bile, tam o anda, yüreğinize otururdu. Platformun üstünden gökyüzünü tehdit eden, ölüme mahkûm edilenleri kınayan gövdesi ve aniden yere eğdiği, acıyla çarpılmış boynuyla kaba tahtadan bir ucube!

Oysaki geçip geldiğiniz direklerin aksine, yanınızda uzanan, çoğunluğu iki katlı evler de tahtadan yapılmıştı ve çatıların, yağmur oluklarının, kapı çerçevelerinin, pencere kapaklarının üstündeki doğa tasviri süslemeleriyle öyle kibarlardı ki...

Dikkat etmemiş olacaksınız ama aralarında, soğuk elleriyle sizi yere bastıran, tasvirlerin yerini görkemli hayvanların -kartalların, aslanların, köpeklerin- aldığı taş evler sıralanırdı. Darağacının bedeni diğer evlerdense, ruhu kesinlikle bunlardan geliyordu.

Uzaktan kuş sesleri duyuluyordu. Bülbül. Buraya ait olmayan, dalgınlığını tamamlayan, kafese kapatılmış bir ses.

Çalışma masasının üzerine, pencereye doğru abandı. Artık ezberlediği bu hac yolculuğuna ihtiyacı yoktu. Evinden olanları az buçuk seçebiliyordu ve zaten görmeye katlanabileceğini görmüştü.

Adamın boynuna ilmeği çoktan geçirmişlerdi. Otuzlu yaşlarının başında gösteriyordu. Teni güneşten sertleşmişti. Çatlaklar gözlerinin yanından elmacık kemiklerine uzanıyordu. Saçı ve sakalı uzun, mat siyahtı.

Neredeyse kimse izlemiyordu. Sadece tek tük, aralarına mesafe koymuş ilgisiz kişiler...

Radyo her zamanki gibi celladın konuşmasını canlı olarak yayınlıyordu.

“...lece günahlarımızdan arınmış olacağız! Doğaya küfür olan tüm bu ucubeler, düzensizlikler...”

Bir kişiyi kurtarmak için ölen onlarca insan... Attıkları çığlıklar bilinçaltının derinliklerinde hafifçe kıvrandı.

İdamların başladığı o gün...

Erken saatlerde ortaya çıkıveren genci tanımıyorlardı. İnsanlara garip sorular sormuş ve kısa süre sonra ortadan kaybolmuştu. Öğlen vakti kucağındaki paketle geri dönmüştü.

“...lumumuz için büyük tehdit teşkil etmektedirler. Şüphesiz bundan birkaç yıl sonra yapacağı hareketleriyle sadece öldüreceği insanların değil, toplumun çökü...”

Darağacını hiç değiştirmediler. Yoksa bu da hafızasındaki bulanıklığın çarpıttığı anılardan mıydı? Hatırlamaya her çalıştığında başı ağrıyordu.

Gence üzülmüş ve apar topar alınan karar karşısında dehşete düşmüştü. Diğerlerinin arasına karışmak, sesini çıkarmak, hiç değilse bunların neden olduğunu öğrenmek istemişti.

“...esin iyiliğini gözetmek zorundayız. Bunu yapabilecek gücümüzün kalmış olduğu için şükretmeliyiz. Omzumuzdaki bu gö...”

Vazgeçmişti. Korkmuştu. Ellerini titreten ilkel dürtüden değil, uzun zamandır üzerinde çalıştığı romanının bittiğini görememe ihtimalinden. “Ertesi gün,” demişti, “ertesi gün orada olacağım.”

Odanın büyük bölümünü işgal eden radyoyu kapattı. İnsan boyu ve genişliğinde, üzerindeki kontrol düğmeleri dışında cilalı ahşaptandı. Güzel olsa da pili hızlı tükeniyordu. Yenisini alması gerekecekti.

Banyoya gitti. Evin her yerinde az eşya bulundurmayı severdi: içi temiz su dolu kova, küvet olarak kullandığı büyük varil ve ayna.

Şehirdeki diğerleri gibi hafif esmer tenli, kahverengiye çalan koyu saçlı ve gözlüydü. Onların aksine gözlerinin içinde hâlâ heyecan ateşi yanıyordu. Saçları bile daha canlıydı sanki. Ve ne kısa ne uzun ne yakışıklı ne çirkin... Olması gereken neyse o. Yüzünü yıkadı, gülümseyip çalışma odasına geri döndü.

Yeniden kâğıtlarının karşısına geçi. Romanını nihayet bitiriyordu. Son cümlelerini yazdı.

Her şeye geç kalmasına değmişti.

9386

Dürbününü pencerenin iç denizliğine, yaslandığı yerin kenarına bıraktı. O adamın bakışlarında açıklayamadığı bir şey vardı. Tüylerini ürperten bir aşinalık.

Adamın boynuna ilmeği çoktan geçirmişlerdi. Orta yaşlarındaydı. Beyazlaşmaya, griye dönmeye yeni yeni başlamış saçı ve sakalı, rengi atmış kıyafetleriyle oldukça hırpaniydi.

Kimdi o? Tanıyordu sanki..

Mutlaka yakından bakmalıydı.

“...felaketin eşiğinden döndüğümüz günün üzerinden uzun zaman geçmedi. Unutmayın! Unutmanız on...”

Radyoyu kapattı. Pili hızlı bitiyordu. Ne zaman değiştirmişti? Baş ağrısı geri geliyordu.

Merdivenlerden indi. En az dört basamağı gıcırdamıştı. Yenilenmelerinin zamanı geliyordu, temizlenmelerinin de. Parmak kalınlığında toz! Eski ve yeni ayak izleri üst üste binmişti.

Kulaklarındaki ince çınlama, ensesindeki ter... İçinden yükselip göğsünü ittiren, dengesini bozup neredeyse düşercesine aşağıya inmesine neden olan panik...

Holü geçerken diğer odalara kısaca göz attı. Hepsinin durumu aynıydı. Onu asıl şaşırtansa yatak odası oldu. Her gün uyuduğu yatağın, yanındaki bazanın, kirli çamaşır sepetinin ve etejerin üzeri... Nasıl fark etmemişti tüm bunları? Peki elbiselerinin böyle eskidiğini?

Dokunduğu elinde kalıyor veya kapalı kalmışlık kokusu yüzünden midesini bulandırıyordu. Eline geçen paçavraları apar topar giydi. Dokuması incelmiş bol beyaz keten gömleği, rengi griye yaklaşmış pantolonu -önceden? Belki siyah-, her tarafı çatlamış ve dikişleri atmış uzun deri çizmesi.

Neler oluyor neler oluyor neler oluyor neler oluyor...

Sokağa çıktı ve hava soluk borusunu temizlerken gözleri yaşardı. Hayır, kendimi kaptırmış olmalıyım. Kesin zamanın ucunu kaçırdım. Ev dün böyle değildi. Hayır hayır hayır hayır hayır...

Bulanık görüyordu ama hiç değilse burası normaldi.

İdam platformu şehir merkezindeydi. Oraya koştu.

Buranın o eğlenceli, panayır havasından eser kalmamıştı elbette. Kahveye girip çıkanlar, yan sokaktaki pazara gidip gelenler... Kimsenin olup bitenlere ilgisi yoktu. Dükkânların yarısı kapalıydı zaten. İnsanların burada oyalanmak için gittikçe daha az sebebi oluyordu.

“...lediğimiz kurtuluşumuz.”

Cellat, onun tam karşısında durduğunu görünce sustu. Herkes merakla onlara döndü.

Ve işte o anda, darağacındaki adamın bağırmasıyla celladın koşup kolu çekmesi ve zemindeki kapağı açması, infazı tamamlaması bir oldu.

“Koñrul! Onu...”

Çığlıkları ancak onu eve, yatağına taşıdıklarında biraz dindi. Sayıklamaya devam ediyordu: “Romanım romanım romanım romanım..."

Sakinleşmesi için yukarıdan kâğıtlarını ve kalemini getirdiler. Son cümlesini yazdı.
Yarını göremeyecekti.

14796

Masanın üzerinde, koyduğu yerde durmayan, yuvarlanan ve düşüp merceği kırılan dürbünü fark etmedi. O adamın bakışlarında açıklayamadığı bir şey vardı. Tüylerini ürperten bir aşinalık.

Ve yine aynı gün, diğerlerinin aynı... İnsanlar bile gün geçtikçe birbirine benziyordu.

Adamın boynuna ilmeği çoktan geçirmişlerdi. Yaşlı sayılırdı veya yaşlanmaya başlıyordu. Saçı ve sakalı beyaz ama gösterdiği yaşa rağmen hâlâ gürdü. Istırap çekmenin, büyük yük taşımanın bezginliği her yerinden hissediliyordu.

“...rine inmemiz gerek. Bu insan müsveddeleri toplumumuz için büyük tehdit...”

Evet... evet. Demek bu adam da kimsenin anlamadığı haltlar yemek üzereydi.

Rahatı kaçanlar olacaktı, belki ölenler.

Adamı gerçekten tanıyor olabilir miydi?

Kendini aşırı zorlamıştı. Radyoyu kapatıp banyoya gitti. Yeni pili ne zaman takmıştı?

Aynada kendine baktı. Geceleri uyuyup uyumadığını bile bilmiyordu. Gözleri iyice yuvalarına kaçmış, etrafı kararırken akları sararmış, zayıf ve soluk, yüzünün üstüne bırakılıp unutulmuş çöplerden farksızdı. Saçlarını düzeltmeye çalıştı, her hareketiyle onlarca saç teli kopunca vazgeçti. Renkleri solmuştu.

Şehirde yiyecek kalmamıştı. Her gün stoklar azalıyordu. Tarlalardaki olgunlaşmamış meyve sebzelere düşmüşlerdi. Tüccarlar niye gelmiyordu ki? Diğer şehirlerde de mi durum kötüydü?

Kafasından aşağı su döküp geri döndü. Kâğıtlarını önüne çekti. Romanını bitirmeliydi, açlıktan ölmeden veya idam edilen sonraki kişi olmadan. Son cümlelerini yazdı:

“Dünya yine ölürken ve her şey baştan başlarken gidebileceği bir yer kalmamıştı. Eski çağların roketlerini düşündü. Gerçekten başka gezegenler var mıydı? O zamanlarda yaşasaydı Güneş’e giderdi! Şimdi hareket etmek için duracaktı. Sonraki güne kadar.”

20251

Dürbününü kapıdan çıkarken tuvalet kovasının içine attı. Yine bir idam. Saçları dökülüyordu. Alnının iki yanı geriye doğru açılmış, sakallarıyla birleşip yekpare olan tellerin arasından kafa derisi seçilebiliyordu.

Ne ilgi çekici... Bıraksalar kendisi ölecekti zaten. Pazara gidip ne bulabileceğine bakmayı tercih ederdi.

İnsanlar ayağını sürüyerek yürüyordu. Celladın konuşması dışında çıt çıkaran yoktu. Ne kuş ötüşü veya köpek havlaması ne çocuk gülüşmeleri... Konuşanları görebiliyordu, duyamıyordu. Fısıltıdan fazlasını çıkaracak istekleri yoktu.

“...hennemin böyleleriyle dolu olduğundan şüphesi olan var mı aranızda? Onları tekrar layık oldukları yere göndereceğiz. Bunun için yardı...”

Evet... evet. “Elma kaça?”

Pazarcı taburesinden kalkıp tezgâha geldi. O da aynıydı. Farklı bedende aynı sefalet. “Hangisi?”

“Fazla ham olmayanlardan.”

“Tanesi 600 lira.”

“Yarım ver. Şundan da...” Lafını tamamlayamadı. Biri bağırıyordu. Genç, on yedisinde bile göstermeyen biri. Yüzü etli, hareketleri canlı, kıyafetleri yeni ancak kendisine büyük gelmiş ve epey hırpalanmıştı. Hele o paltosu... İçi pamukla dolu olmalıydı. Kocamandı.

“Ya idam ne demek abi! Manyak mısınız lan siz? Kaçıncı yüzyıldasınız a...”

Küfrünün ortasında ağzını kapattılar. Koluna girmiş, kahveye geri sokuyorlardı.

Tezgâhtara “Kim bu?” diye sordu.

“Birinin torunuymuş, öyle diyor. Daha önce duyduysam n’olayım. Meczup herhalde,” dedi tezgâhtar.

“İsmi neymiş dedesinin?”

“Hakan mı, Hasan mı, öyle bi’şey.”

“Ekmekten çeyrek dilim, deri parçasını da ver. Çorbalık, değil mi?”

“Evet, çorbalık.”

Hakan... Şu saçma romanını bitirmek için evine döndü. Artık tozlar ayak bileğine geliyordu. Umursamadı. Son cümlelerini yazdı, kâğıt tomarını masanın yanından tertemiz yere bıraktı.

25803

Dürbünüyle ensesini kaşıdı. O adamın gözlerinde küçük cinler vardı. Neşeyle hoplayıp zıpladıklarını ta buradan seçebiliyordu! Ah, tatlılığa bak! Hahaha!
Boynundaki ilmekle, gözlerinin içine bakan, hiç korkmayan ama bıkkın, ölümün bile hayatında olup bitenleri değiştirmeyeceğini kabullenmiş bir adamın duruşuna sahipti. Çok yaşlı, kafasında tel tel beyaz saçları, göbeğine uzanan sakallarıyla kurumuş bir ceset. Omuzları çökmek üzereydi, kamburunun ağırlığıyla ipi geriyordu.

Dürümü tekrar gözüne kaldırdı. Dürüm? Hahaha! Evet... evet! Radyoda cellat konuşuyordu.

“...endinizde değişiklik hissederseniz yakınınızdaki güvenlik güçleriyle ileti...”

Ah! Kendisine şöyle baktı. Yok... Aynı ben ya!

Sahneye -Tam bir gösteri! Gösteri!- doğru koşan adamı gördü. Üzerindeki puf puf paltosuyla, orta yaşlarında...

Masanın üzerine fırladı, dizlerinin üstüne çöküp içindeki safrayı pencereden dışarıya kustu. Eliyle ağzını silerken derisinin yapışarak etinden ayrıldığını hissedebiliyor ve o bant sökülürken çıkana benzeyen sesi duyabiliyordu.
Cellat konuşmayı bırakmıştı. N’oldu? N’oulduuv?

Yaşlı adamı asmışlardı. Şimdi dik duruyordu, yükü hafiflemişti ama huzurlu olduğunu söyleyemezdiniz.

Diğer adam onları umursamadı, yere eğilip mikrofonun kablosunu tuttu ve ayaklığını devirerek kendisine çekti.

“Tabutun kapağını kaldırdığında yerin altına döne döne ilerleyen o kuyuyu... Tamam... tamam!”

Adamın şakağına inen ilk sopadan çıkan ses odayı doldurdu. Sonrası sessizlik ve ölüm. Ahhh... ahhh...

Hemen bağdaş kurup kaldığı sayfayı buldu. Ne ilham! NE İLHAM!

Son cümlelerini yazıp romanını bitirdi.

34125

Dürbünü öylece dışarıya bırakıverdi. Derisi kemiklerine yapışmış, kaşına kadar her tüyü dökülmüş bir ihtiyarı asıyorlardı. Açıktaki tüm bedeni yaşlılık lekeleriyle doluydu. Bembeyaz sakalı uzun ve temizdi. Dönecek! İpin ucunda! Sağa sola!
Tahta pencereleri kapadı ve -Ha ha!- fenerin fitilini -Ha ha ha!- yaktı. Duvardaki gölgeleri beğenmedi ama. Söndürdü. Püf füfüfüf ha ha ha! Tekrar yaktı. Yine istediği gibi olmasa da iş görürdü.

Radyonun sesini açtı. Evet... Evet açtım! Tiz ve kalın, tanıdık ve yabancı... Burnu kanadı.

“...EN HİÇBİR ŞEYİN SONU YOKTUR! SONU OLAN HİÇBİR ŞEY BİTMİŞ DEĞİLDİR VE BİTEN HİÇBİR ŞEYİN SONU YOKTUR! SONU OLAN HİÇBİR ŞEY...”

Yüzüne döktüğü suyu alttaki tasla toplayıp içtikten sonra -Ha ha ha! Hazırım, evet hazırım! Romanı bitirelim. Bundan iyisi olamaz! Olamaz! Ha ha!- masasına dönüp kâğıtlarını önüne çekti. Son cümleler ve sonrasında -Özgürüm! Özgürüm!
Radyo yayınına başka, yabancı biri karıştı. Öyle bağırıyordu ki duvarlar titriyordu. Çok yaşlıydı, çok...

“Geldiğimden beri, her gün! Asmayın artık şu adamı! Görmüyor mu...”

Sonra celladın sesi duyuldu. Cılız, uzaktan...

“Bunu da hazırlayın.”

“Evet... evet. Ne olacak, beni de her gün asın a...”

Not: Bu öykü ilk olarak 2019 yılında Esrarengiz Hikâyeler'de yayımlanmıştır.
Mastodon