Karabasan

· 9 dakikada okunur
Karabasan
Fotoğraf: Pelly Benassi / Unsplash

Gözlerini açtığında karanlıkta, tahta bir kutunun içindeydi. Önce sert bir şeyin toprağa saplandığını, sonra ağır tanelerin üzerine gürültüyle düştüğünü duydu. Bir tabutun içinde hapsolduğunu anladığında delicesine bağırmaya başladı. Onu bu daracık yerden çıkarması için yukarıdaki kişiye yalvardıysa da küreğin sesi hiç susmadı. Dakik bir saat gibi, zeminden söktüğü toprağı boşluğa atmaya devam etti. Mey, kalan havasını bağırarak tüketmek istemese de kendini ağlamaktan alıkoyamadı. Onu kurtaracak biri gelmeyecekse fazladan birkaç dakikanın önemsiz olacağını düşündü. Yapabileceği tek şey yalvarmaktı. Korkuyordu. Kalbi korktuğu için mi bu kadar güçlü atıyordu yoksa boğulmak üzere olduğu için mi bilemiyordu. Yavaş yavaş ısındığını ve bedeninin uyuştuğunu hissetti. Ciğerleri yanmaya başlamıştı. Nefes almaya çalıştıkça artık acı çekiyordu. Biraz sonra mücadele etmeyi bıraktı. Gözlerini kapamadan önce kısa bir an için rahatladığını hissetti.

Uykusundan terler içinde uyandı. Odadaki tüm havayı alabildiğine ciğerine doldurdu. Hareket etmeye çalıştıysa da bir süre bunu beceremedi, bedeni sanki yatağa mıhlanmıştı. Çatıya çarpan yağmur sesi onu rahatsız ediyordu. Sakin kalmaya çalıştı, çünkü biraz sonra her şey normale dönecekti. Hekimlik görevini yapmak üzere gönderildiği bu kasabaya geldiği günden beri bazı geceler aynı rüyayı görüyordu. O gecelerde boğuluyor ve sonra kendini odasında korkuyla uyanmış halde buluyordu. Mey, halk arasında karabasan denilen bu durumun literatürde uyku felci olduğunu biliyordu. Okulunu bitireli henüz çok kısa bir zaman olmuştu ve kendini, şehirdeki meslektaşlarının varlığını dahi bilmediği bu kasabada buluvermişti. Hiç arkadaşı yoktu. Hiç kimse sağlık problemlerini onunla konuşmuyor ve hatta gerek olmadıkça onun yüzüne bile bakmıyordu. Onu uykusundan dehşetle uyandıran şey şüphesiz ki bundan ileri gelen sıkkınlığıydı. Ancak niçin hep aynı rüyayı gördüğünün cevabını kendine veremiyordu. Niçin onu tabuta kapattıklarını ve boğulana kadar üzerine toprak attıklarını bilemiyordu. Neyse ki bu kasvetli yerde bütün ömrünü çürütmek zorunda kalmayacaktı. Yalnızca birkaç ay sonra şehre dönüp mesleğine orada devam edecek ve belki de tanışacağı güzel bir hanımla evlenecekti. Vücudunu tamamen kontrol etmeye başladığında bir bardak su içmek için ayağa kalktı. O sırada kapıdan gelen ses, Mey’in bir kez daha irkilmesine sebep oldu.

Mey kapıyı açtığında acıyla inleyen karnı burnunda genç kızı gördü. Kızın koluna girerek onu küçük oturma odasının zeminine yatırdı ve doğumunun hangi evresinde olduğunu anlamak için muayene etmeye başladı. Bebek ters yönden geliyordu ve Mey, eğitiminde dahi daha önce tek başına zorlu bir doğum yaptırmamıştı.

“Doğması gerek.” Genç kız iniltiyle fısıldadı. “Doğması gerek...”

“Sakin ol. Sadece sakin olmaya çalış.” Dedi Mey gerginliğini saklamaya çalışarak. Yapması gereken en son şey doğumu başlayan bir kadını daha da tedirgin etmekti. Ellerini bir kez daha kızın karnına koydu ve bebeğin kafasıyla kalçasını kavrayıp dikkatle çevirmeye başladı.

“Doğması gerek.” Diyordu kız. O, bebeğinin doğmasını istedikçe Mey daha da tedirgin oluyordu.

“Merak etme, çok az kaldı.” Bebek doğru pozisyona girmeye başlıyordu. Ellerinin altında küçücük kemikleri hisseden Mey onları kırmaktan korkuyordu. Son bir manevrayla bebeğin başını doğum kanalına soktu ve derin bir iç çekti. İşin bundan sonrasının artık çok daha kolay olmasını umuyordu. “Ikın!” Genç kız gücünün elverdiğince ıkındı. Bebeğin kafası görününce Mey onu kibarca annesinin karnından çekmeye başladı ve birkaç dakika sonra taze ağlayışları duydu.

Bebeğini kucağına alan anne artık rahatlamış görünüyordu. Yine de yüzünde sevinç yoktu, sadece rahatlamıştı. Hantal hareketlerle ayağa kalktı ve hekimin ona yönelttiği soruları hiç umursamadan kapıya doğru yürümeye başladı. Mey şaşkındı, neler olup bittiğini anlayamıyordu. Kimdi bu kadın? Neden böyle davranıyordu? Kucağında ağlayan bebeğiyle kapıdan çıkıp giden kadın, arkasından bağıran adama bir kez bile bakmadı. Yağmur artık dinmişti ve geriye sadece karanlıkta parlayan patika yollar kalmıştı. Mey, kadının seçtiği yolun nereye açıldığını bilmiyordu.

***

“Bacağınız ne zamandır böyle?” Mey, yer yer kararmış irinli deriye merhem sürerken birkaç et parçası elinde kalmıştı. Bacağına dokunulmasıyla canı yanan yaşlı adam gözlerini kaçırdı. Teni yılların verdiği lekelerle doluydu ve odaya sinmiş pis kokudan adamın uzun zamandır yıkanmadığı anlaşılıyordu. “Tek mi yaşıyorsunuz?” Yine cevap alamadı. Konuşmayacağı belliydi, bu kasabanın insanları konuşmayı sevmezdi. Hiç kimse ona gelmeyince Mey, çözümü evleri dolaşmakta bulmuştu. Kuytu köşede kalmış bu derme çatma evi gözünden kaçırsaydı eğer, birkaç gün sonra yaşlı adamın bacağını kesmek zorunda kalabilirdi. Bir aydır kapısını çalan tek kişi dün gece doğum yaptırdığı genç kızdı. Mey, dün yaşanan şeyleri hatırlamak dahi istemese de odaya hüküm süren sessizlik onu soru işaretlerine boğmuştu. Kopmak üzere olan son deri parçasını çekerken aklına daha önce fark etmediği, belki de fark etmek istemediği bir ayrıntı takıldı.  “Niçin bu kasabada çok az çocuk var?”

Yaşlı adam ani bir hamleyle hekimin elini bacağından çekti. Hazırlıksız yakalanan Mey diğer elinde tuttuğu merhem kavanozunu yere düşürdü. İki tüy kalmış kaşlarını çatan ihtiyar öfkeyle bağırdı. “Burada istenmiyorsun, yabancı!” Son sözcük ağzından tükürür gibi çıkmıştı. Mey sinirlendiğini hissetti. Günlerdir ona sunulan bu küstah tavırları artık kabullenemiyordu. “Ben sadece yardım etmek istiyorum. Niçin bunu elinizin tersiyle itiyorsunuz?”

İhtiyar, sağlam bacağından destek alarak ayağa kalktı ve değneğine yaslandı. “Kimse senden yardım istemiyor. Burada gereğinden çok fazla kaldın...”

Mey ne diyeceğini bilemiyordu. Bir bavulla getirdiği eşyalarını almak ve bu kasabadan bir an önce uzaklaşmak istiyordu. Bunu yapamayacağının farkındaydı. Bu insanların keçi inatları yüzünden ölmelerine izin veremezdi. Alet çantasını topladı ve merhem kavanozunu masanın üstüne koyarak kapıdan çıktı. Sorulmaması gereken bir şeyi sorduğunu anlamıştı. O genç kız, bebeğin doğmasını istedi ama onu emzirmedi bile…

Yanlış olan bir şeyler vardı ve Mey bunu iliklerine kadar hissediyordu. Hava henüz yeni kararmış ve insanlar işlerini bırakıp evlerine dönmeye başlamışlardı. Belki bütün evleri teker teker ararsa o kızı ve bebeğini bulabilirdi. Ancak ihtiyar adamın tepkisini hatırlayınca cesaretini dizginlemek zorunda kaldı. Burada istenmiyorum. Gölgesini kendine arkadaş ederek evinin yolunu tutmaya başladı. O içinden çıkamadığı soruları düşüne dursun, uzaktan bağırarak yaklaşan bir adam Mey’in bütün dikkatini dağıtıvermişti.

“Yardım et!”

Mey, hiçbir şey demeden telaşlı adamın ona gösterdiği yönde koşmaya başladı. Birkaç metre yolu geride bıraktıktan sonra diğerlerine nazaran daha bakımlı duran bir eve vardılar. Adam kapıyı açtı ve yerde uzanan kadını gösterdi. Kadının karnı şişkindi ve bacaklarının arasından kanlar akıyordu.

“Ne zaman başladı?” diye sordu Mey gömleğinin kollarını sıyırırken.

“Saatler önce.” Diye yanıtladı başka bir kadın, gebenin alnındaki terleri siliyordu. Olan biten her şeyi odanın bir köşesinden izleyen küçük çocuğu fark etti Mey. Çocuk, korku dolu gözlerini annesinden ayırmıyordu.

“Doğması gerek…” dedi gebe kadın son nefesini vermeden önce.  Mey, bebeği hissetmek için annenin karnına dokundu. Hiçbir hareket yoktu, uzamış doğum eylemi bebeği nefessiz bırakmış olmalıydı. Onu daha erken bulmadıkları için bu insanlara kızmak istedi. Yine de Mey, bebeği ölü annesinin karnında bırakamazdı, onun için hala bir şans olabilirdi. Bir bıçak istedi ve kadının karnını kesmeye başladı. Mey’in de tahmin ettiği üzere bebek nefes almıyordu.

Odada uzun bir sessizlik oldu. Mey, bir umutla bebeği hayata döndürmeye çalıştıysa da yapabileceği hiçbir şey yoktu.

“Onu bu şekilde kabul etmez.” Dedi baba soğuk bir sesle. En başından beri sessizce onları izleyen küçük çocuk bağırmaya başladı. “Lütfen, beni ona vermeyin. Başka bir kardeşim olur belki ama beni ona vermeyin! Lütfen!” Babasının bacaklarına yapıştı. Adam, çocuğuna sessiz olmasını söyledi.

Mey’in damarlarındaki tüm kan çekilmişti. “Siz, neyden bahsediyorsunuz? Onu kime vereceksiniz?”

Odadaki herkesin rahatsız olduğu yüzlerinden okunuyordu. Refakatçi kadın konuşmaya başladı. “Yaşamak için yapıyoruz.” Adam, onu devam etmemesi için sertçe uyardıysa da kadın kanlı ellerini çarşafa silerken sözlerine devam etti. “Zeki bir adama benziyorsunuz, burada herkesin sadece bir çocuğu olduğunu çoktan fark etmiş olmalısınız.”

“Alme!” diye bağırdı adam, bacağındaki çocuktan kurtuldu ve kadının kollarına yapıştı. “Sus artık.” Alme’nin bakışları sakindi, güven verici gözlerini onu sımsıkı tutan adamınkilere dikti. “Merak etme, o da artık bizden biri.” Sinirli adam birkaç saniye düşündükten sonra kadını rahat bıraktı ve küçük çocuğu alarak odayı terk etti.

Alme, ellerini temizlemeyi bitirince ölü bebeği kundak yaparak annesinin kucağına koydu.

“Eğer doğsaydı ağabeyi yaşamayı hak edecekti.”

“Burada neler oluyor? Çocuğu nereye götürdü?” diye bağırdı Mey, yüzü hala buz gibiydi.

“Sarı kadına götürüyor, onun uyuduğu yere.” Alme, badem gözlerini Mey’e dikti. “Anlaşma bu şekilde.”

Mey korkuyla atan kalbinin sesini duyabiliyordu. Bu kasabanın ve insanlarının içindeki gerçek karanlığı görebiliyordu. Kabul edemez bir şekilde başını salladı. “Siz, kötüsünüz!” Bu insanların hangi amaç uğruna çocuklarını verdiklerini anlayamıyordu. Geçen gece doğum yaptırdığı kadını ve bebeğini hatırladı. Kadının soğukkanlı yüzünü aklına getirmek Mey’in midesini bulandırdı.

“Bundan birkaç asır önce, kasabaya saçları güneşten daha parlak bir kız geldi.” Dedi Alme. “Erkekler onun peri kızı olduğunu düşündüler, onun eşsiz ışığı karşısında dillerini yuttular. Kadınlarını, kızlarını ve annelerini hiç düşünmez oldular. Elbette ki kasabanın bazı kadınları bu durumu hiç hazmedemediler. Tanrıçalar kadar güzel olan bu kızın, kocalarının ve oğullarının başını döndürüyor olması onları çileden çıkardı. Kıskançlık sanıldığından daha çok tehlikeli bir duygudur ve ona sahip olanın gözlerini kör edebilir. Gözleri kıskançlıktan kör olmuş kadınlar, tek suçu güzel olmak olan bu kızdan kurtulmak istediler. Bir gece vakti onu evinden çıkardılar ve o sarı saçlarından tutarak kasabanın dışına sürüklediler. Genç kızın gür saçlarının neredeyse tamamı o sırada kafasından ayrılmıştı bile. Kadınlar ellerine geçen taşları kıza attılar, ona hakaret ettiler. İçlerinden biri, bu yapılanların haksızlık olduğunun farkındaydı. Çıldırmış kadınlara durmaları için yalvardıysa da sesini dinletemedi. Her şey bir anda olup bitti, yapılan bu işkenceye dayanamayan kızcağız oracıkta ölüverdi.”

“Bütün bu saçmalıkların yaptığınız canilikle ne ilgisi var?” Diye sordu Mey. Uzaklara dalıp giden Alme gülümsedi.

“İçlerinden biri, en baştan beri olanları durdurmaya çalışan kişi bütün gece kızın cesedinin başında durdu. Onu darmadağın bir bedenle tek başına orada bırakamazdı. Kadınların giderken ardında bıraktığı küreklerden birini aldı ve bir mezar kazdı.” Alme, duraklayıp avuç içlerine baktı ve iç çekti. “Hiç tek başınıza bir mezar kazdınız mı bayım?”

“Hayır.” Dedi Mey. Gördüğü rüyayı hatırlayınca bir kez daha boğulduğunu hissetti.

“Tam bir yıl sonra, bir gece vakti Sarı Kadın’ın çürümüş bedeni tekrar geri geldi. Bebekleri beşiklerinden, çocukları yataklarından alıp annelerinin gözü önünde yedi. Eğer o gece atılan çığlıkları duysaydınız bayım, inanın her şey sizin için daha mantıklı bir hal alırdı. Sarı Kadın, her evde yalnızca bir çocuğa dokunmamış ve onları annelerine bağışlamıştı. O çocuklara dokunmamıştı, çünkü ileride onların da çocuklarını alacaktı. Doymak nedir bilmiyordu, sadece küçük bedenlerle besleniyor ve onların canlarıyla yaşam buluyordu. Hiç kimse, intikamın böyle alınacağını akıl edemezdi. Sarı Kadın, kendisine yardım eden kişiyi de unutmamıştı elbette. Ona sonsuzluğu bahşetti.” Alme’nin keyifli yüzü Mey’in tüylerini ürpertti.

“Artık biliyorsunuz, bayım. Bu kadınların, ilk çocuklarının yaşaması için diğerlerini neden kurban ettiklerini biliyorsunuz.”

***

Mey, o gece yatağına yattığında bunun kasabada geçireceği son gece olmasına karar verdi. Buraya hiç gelmemiş ve karanlığını hiç görmemiş olmayı dilerdi. Korkuyordu, ancak aklı ona korkmanın aptalca olduğunu söylüyordu. Hortlaklar gerçek değildi, hayaletler gerçek olamazdı. Bu kasabadaki herkes sadece birer deliydi ve Mey, onların yozlaşmış zihinlerini ne kadar isterse istesin düzeltemezdi. Yapabileceği tek şey gözlerini kapamak ve yorulmuş aklını dinlendirmekti.

Gözlerini açtığında her zamanki kabusunu gördüğünü sandı. Tahta bir kutunun içerisindeydi ve yukarıdaki kürek, aynı dakikliğiyle işini yapmaya devam ediyordu. Ancak bağırmak isteyen Mey’in sesi bu defa çıkmıyordu. Tabuta vurmaya çalıştıysa da kollarını hareket ettiremiyordu. Diğerlerinin aksine, bu sefer kabusunun içinde olduğunun bilincindeydi. Farklı olan bir şeyler vardı, ama neden? Vücudunun ısındığını ve uyuştuğunu hissetti. Nefesi azalmaya, açlık çeken ciğerleri yanmaya başlamıştı. Boğuluyordu. Biraz sonra uyanacak ve kendisini tıpkı şu anki gibi kaskatı bir halde odasında bulacaktı. Mey bunun farkındaydı, ancak farkında olmaması gerekirdi. Kürek toprak atmaya ara verdiğinde onun yerini alan başka bir ses, Mey’in gözlerini kapamadan önce duyduğu son şeydi.

“Korkmayın bayım, bu gece yalnız uyumayacaksınız.”

Mastodon