Etrafındaki şeyler kaybolmaya başladığında Aylin’in doğumunun üzerinden çok kısa bir süre geçmişti. Annesi, ona ihtiyacı olduğunu hissettiğinde artık yoktu.
Babası kaybolma riskini alabilecek kadar cesur olmadığını fark etti. Onu hastanede bırakıp kaçtı ama bazı sorumlulukları üstümüzden atmamız mümkün olmuyor. İnsanın babasına ihtiyaç duyması için onunla illa tanışmış olması gerekmiyor.
Sonuçta, yıllar sonra o da kaybolmaktan kurtulamadı.
Biberonları, emzikleri, mekanik bakıcıları, ödevleri, sunumları... Yemek hazırlamak için tencere, hazırlanan yemeğe ekmek için tuz, yanan ağzını serinletmek için elini attığı su bardağı...
Ailesinin peşi sıra, hayatta kısa bir süre tutunduğu her şey şimdi kaybolanların beklediği o yerdeydi.
Aylin böyle düşünmeyi seviyordu.
Ama bu, hayatını kolaylaştırmaya yetmiyordu.
Sanatoryumdan çıkmasına ancak ergenliğinden sonra izin verdiler. Topluma kazandırma çalışmaları... Farklılıkları kabullenmek gerekiyordu.
Tabii bunu olabilecek en bariz şekilde yaptılar. Sağ gözünün altındaki, elmacık kemiği boyunca uzanan “Anomali. Lütfen dikkatli olun” yazılı kırmızı bir damgayla.
İstediği yere gidebilirdi. Özgürdü.
Tabii insanlara ondan uzak durma hakkını da tanımışlardı.
Üniversiteye böyle başladı.
***
O kadar uzun süre dış dünyadan soyutlandığında, insan, Aylin’in şaşıracağı sayısız şey düşünüyor.
Ama o bir tek insanların kendisi gibi olmamasına şaşırdı.
Birbirlerine veya nesnelere –telefonlarına, bileklerine ve boyunlarına taktıkları o muazzam süslere– hatta statülerine onlarsız yaşayamayacaklarını umursamazca söyleyebiliyorlardı.
Ve hiç kimse, hiçbir şey kaybolmuyordu.
Kendisinden utanmayı böyle öğrendi.
Fazla arkadaşı olmadı. Diğerleri onunla vakit geçirmek istemiyor, kendisi gibilerle kısa süre dışında bir araya gelmesine izin verilmiyordu. Aynı anda iki anomali aynı yerdeyse biri en kısa sürede orayı terk etmeliydi.
Risk, alınamayacak kadar büyüktü.
Yalnızlığı böyle hissetti.
***
Onu sahiplenenler ona en az benzeyenlerdi. Dertleri tasası olmayan ama dünyanın bütün acılarını paylaşan, giysileri ve alışkanlıklarıyla hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve her şeye sahip olanlar. Yıllarca beraber güldüler, eğlendiler.
Onların arasında özel birini tanıdı.
Aşkı böyle tattı.
Buna gerçekten çok ihtiyacı vardı.
1
Baki, bir renk denizinin üstünde uçuyordu.
Belki renk denizi onun üstündeydi.
Buraya ilk geldiğinde, bedeni yırtılıp açıldıktan ve düşünceleri bulanıklaşarak kendisinden uzaklaşıp her şeyin parçası olduktan sonra, aşağısı ve yukarısı gibi şeyler önemini yitirmişti.
Mat renkler parlar mı? Burada, evet. Birbirleriyle karışırken –ve aynı zamanda hepsi varlığını sürdürebilirken– değişmek, değişirken saf hâllerini kaybetmeyip onlara gülümsemek, onları arkalarında bırakmayıp veya onlar tarafından terk edilmeyip hep birlikte devam edebilmek, sözgelimi mavi olduğunu hissettiğiniz –ama öyle yabancı bir mavi ki yeni bir isim bulmanız gerekirken çaresiz kaldığınız– bir dalganın içerisinden geçerken onun bir kadının –Aylin?– çok sevdiği bir eşarp olduğunu bilebilmek ve dokusunu –ipek– işitebilmek...
...parlaklık tam da buna denir!
2
Aylin’in odasında hiçbir zaman fazla eşya olmazdı. Kısmen yok olup gittiklerinden, kısmen de başına gelenlerle mücadele etmek için en uygun yöntemin etrafında az şey bulundurmak olduğuna kendisini inandırmasından.
Baki’nin kaybolmasının üzerinden iki gün geçmişti.
Baki... O da takardı buna.
“Bir gün hiçbiri kalmayacak zaten. Ondan almıyorum aşkım.”
“İyi de o zaman fazla fazla alman lazım bence,” demişti. Odadaki tek bardağa tek sürahiden su dolduruyordu. “Benim elimden düşürüp kırmam gibi düşün. Ne yani, daha çok bardağım var diye daha mı çok kırıyorum?”
Cevap verememişti ona. "Hepsini kırdığım için burası böyle," diyebilirdi. "Kaç bence, bak evde iki kişiyiz," de dememişti.
Şimdi yine yalnızdı.
Kapı çaldı. Onu almaya gelmişlerdi.
3
Çiçeklerin –sarı, yeşil, lila ve daha önce hiç görmediği diğer sayısız rengin– kokuları tenine sürtünüyordu.
Baki, Aylin'in ilk defa bir çiçeği koparırkenki gülümsemesinin tadını –acayip bir pembeydi– aldı.
Sanatoryumun bahçesinde koşuyor, onu takip eden drone’a kahkahalar atıyor, yuvarlanıyor, üstünü toprak ve çimle lekeliyordu.
Gözleri ışıldıyordu.
4
Arabanın kapısı kendiliğinden açıldı. Önce drone, arkasından Aylin indi.
Sanatoryum beş katlı, geniş pencerelere ve girişindeki çatıya kadar uzanan sütunlarıyla devasa, beyaz ve sıkıcı bir yapıydı. Bahçesindeki nizami kesilmiş çimler, Yunan heykelleri ve öbek öbek çiçek tarlaları sayesinde dış dünyayla arasına neredeyse bir kilometre mesafe koymuştu.
Yüzlerce insanı barındırabilecek olmasına rağmen aynı anda yirmi, belki otuz kişiden fazla anomaliye asla ev sahipliği yapmamıştı.
Ancak hiç kimse bu kadar alanın boşa harcandığını düşünmüyordu. İki anomalinin arasındaki her metre gerekliydi.
Kapı açıldığında drone onu başka bir robota teslim etti. Şu Ay’a gönderilenlere benzeyenlerden birine. Göz niyetine kamerası, el niyetine kıskacı, ayak niyetine paletleri vardı.
Onu alt kattaki müdürlerin odasına götürdü.
5
Baki, Aylin’in hayatına girmiş tüm insanların –ona kahvecinin kapısını açmış çocuk, kimliğini sormuş polis memuru gibi bir kereden fazla görmediği binlerce silüet; arkadaş olduğunu sandığı ama bir süre sonra kaygıyla kaçanlar; hiç dikkat etmediği veya dikkat etmeyecek kadar çok gördüğü otobüs kartını dolduran bakkal, okula giderken tost aldığı büfeci gibi rutinleşen yüzler– kokusunu tek bir duman rengiyle tattı.
Çünkü en çok kaybedilenler, unutulanlardı.
6
Müdürlerin odası kapının karşısındaki duvarı kaplayan ekranın ışığıyla aydınlanırdı. Oda, her zaman saniyede bir değişen parlak renklerle cıvıl cıvıl olurdu.
Epilepsi krizi tetiklemek için yapılmışa benzeyen bu oda, onlarla güvenli olarak görüşmelerini sağlıyordu.
Aylin odanın ortasındaki yere sabitlenmiş soğuk metal sandalyeye oturdu. Hoparlör anında çalışmaya ve müdürler birbirinin üstüne binen, kaç tane olduğunun çıkarılması imkânsız kadın ve erkek sesleriyle onu sorgulamaya başladı:
“Buraya neden geldiğini biliyor musun?”
Kafasını salladı.
“Yaptığının ne kadar büyük bir soruna yol açtığının farkında mısın? Sandalyenin kolunu tut lütfen.”
Yeniden kafasını salladı.
“Sesli olarak lütfen. Evet veya hayır.”
Evet.
“Pişman mısın?”
Evet.
“Sence buna yol açan şey dikkatsizliğin mi?”
Hayır.
“Sebebi nedir? Bu soruya normal cevap verebilirsin.”
Onu çok sevmiştim. Beni ilk defa biri sevmişti.
“Bunun tekrarlanacağını düşünüyor musun?”
Aylin’in ağlaması dinene kadar beklediler.
“Lütfen soruya cevap ver. Evet veya hayır. Elini sandalyeye koy.”
Evet!
“Şu anda herhangi bir şeye ihtiyaç duyuyor musun?”
Hayır.
Yalan söylediğini herkes biliyordu. Müdürler sıradaki soruya hemen geçmediler. Belki aralarında tartışıyorlardı. Sonra, “Seni tekrar dışarı göndermeli miyiz?” diye sordular. Böyle bir şey mümkünse, sesleri daha öncekinden bile duygusuz çıkmıştı.
Hayır...
7
Baki, Aylin’in gözyaşlarının siyahlığını duydu. O zaman gözlerini hissetti.
Onun bir zamanlar gözleri vardı.
Elleri ve ayakları.
Gövdesi.
Hepsini nerede kaybetmişti?
8
Sanatoryumdaki her oda birbirine benzerdi. Bir yatak ve çalışma masası dışında hiçbir şeyleri yoktu. Yedek kıyafetlerini bile uzay görevinden kaçmış o tek kıskaçlı robotlar getirirdi.
Tabii ki dışarıyla iletişime geçmenin gerekmediği veya dışarıdan biriyle iletişime geçmeye sebep olmayacak her şey serbestti. Bu da aslında çok az şeye izin var demek oluyordu.
Kitap okuyamaz, televizyon izleyemez veya radyo, müzik dinleyemezdiniz.
Sanatoryumun içindekilerin birlikte bir şey yapmasına izin verildiğiyse görülmemişti. Yemekte herkes sessiz olmalıydı. Ortak salonda, kameraların ve mikrofonların arasında her gün kırk beş dakika geçirebilirlerdi. Hiçbir şeyin yapılmadığı bir yerde, hiçbir konuda da konuşulamıyordu.
İsimlerini zaten söyleyemezlerdi.
Tahta oymaları, örgüler, cam boyama... Tehlikeli yerlere gitmediği sürece hikâye anlatıp şarkı söylemelerine ses edilmezdi.
Odalarına her gün çalışma odasından bir şey getirme hakları vardı. Yenilerini istiyorlarsa, eskileri geri vermeliydiler.
Aylin notu böyle buldu. Bezin üstüne ince ince işlenmiş bir nakış.
“Çözüm birbirimize ihtiyaç duyduğumuzu anlamak.”
9
Anıların, eşyaların ve insanların renklerinin tadı kalmamıştı.
Baki bir zamanlar ağzının olduğunu hatırladı.
Ve Aylin’i öptüğünü.
10
Aylin günlerce notu kimin gönderdiğini anlamaya çalıştı.
Kısıtlı zamanında insanlarla konuşmaya çalışıyor, geçmişlerini soruyor ve onları tanımak için her hareketlerini gözlüyordu.
Başlarda birkaç kişi dışında hepsi onu soğuk karşıladı. Geveledikleri cümlelerle başlarından savmayı denediler. Notu gönderen aralarındaysa bile anlaması imkânsızdı.
Sonra insanlar kendilerini ona açmaya başladı. Hatta bazen kıkırdadıkları oluyordu.
Sanatoryumun içi âdeta aydınlanıyordu.
Önlemler giderek arttı. Önce birlikte geçirdikleri süre yarım saate düştü. Sonra yemekte birbirlerine su fırlatıp eğlenmeye başladılar. Yemekleri ondan sonra hep odalarına gönderildi.
Ortak salondaki kısacık anlarda bir ağızdan konuşmaya başladıklarındaysa müdürlerin anonsunu bile duymak imkânsız hâle gelir olmuştu.
Sonunda bir hafta oda hapsi aldılar.
O zaman Aylin, Baki’nin dudaklarının konuşmak veya öpmek için ne kadar uzakta olduğunu hatırladı.
Yeniden bir araya geldiklerinde hepsinin birbirine öyle çok ihtiyacı vardı ki...
11
Kalbinin atmaya başladığını tadabiliyor, görebiliyor, hissedebiliyor, duyabiliyordu.
Baki...
Onu çağıran kalbi miydi? Hangi rengin içinde, hangi eşyanın sesi içinde atıyordu?
Denizdeki dalgaların arasında görünüp kaybolan yırtığa baktı. Oradaki mutlu ve dehşete düşmüş yüzlere.
Aylin?
Oraya doğru sürüklendi. Hareket etmek değildi bu, bulunmaktı.
Not: Bu öykü ilk olarak 2019 yılında Esrarengiz Hikâyeler'de yayımlanmıştır.