Kimse Benzemez Kendisine

· 7 dakikada okunur
Kimse Benzemez Kendisine
Fotoğraf: Tom Smith / Unsplash

Kendisini aynada ilk defa gördüğü o gün, diğerleri gibi olduğunu anlamıştı. Oysaki her insan biricik olmalıydı. Sözgelimi sinirlendiğinde bir kaşı diğerinden birkaç milimetre daha az çatılabilirdi veya sevindiğinde dudağı ona has bir açıyla dalgalanabilirdi. Hatta bunların hiçbiri mümkün değilse, en azından, gözlerinin içinde sadece onun sahip olabileceği bir ışık parlayabilirdi. Çok sıradan, öyle sıradan ki kimsenin fark etmediği o milyonlarca minik şeyden herhangi biri. Ne olursa.

Ama yansımasına bakarken bunların hiçbirini bulamadı ve diğer günlerden hiç de farklı başlamamış o gün, işe gitmek için vagonunun gelmesini beklediği alelade bir metro istasyonunda, içinde kaybolduğu illüzyon dağılmaya başladı.

İlk önce derisi döküldü. Tam olarak dökülmedi aslında, daha çok kıvılcımlara dönüşüp bedeninden fırlamış ve bir an sonra sönerek külleşmiş, havada dağılmıştı. Ardında da, kaybolmadan hemen önce, kısa süre için hayal meyal görülebilen, bir ruhun yok oluşuna ağıt yakan rengârenk peri cesetleri bırakmıştı. Beklenenin aksine, havaya toz kokusu yayıldı.

Dehşete düştü elbette. Dehşete düştüler. Panikle üstlerini yırtan 50 işçi. Her şeyin sebebiyse o vagon.

Saçları da döküldü. Her tel, yere varmadan önce, her santimde ikiye ayrıla ayrıla yok oldu.

Bütün yüzeylerin mat olduğu, hiçbir şeyin yansımadığı, suyun siyah aktığı ve kendine ancak kameralarla bakabildiğin bir dünyada, vagonun içine yerleştirilmiş bir aynadan ilk defa kendini görmek.

Gözlerinin akları buharlaşıp havada dağıldı, mercekleri boşalan yeri doldurmak için eriyip yayıldı. Gerçeği görmemek için yaratılmış, bu yüzden görmeye hazır olmayan ve hiç olmayacak gözler.

Her şeyin o anda sona erdiğini sanabilirdi insan. Derin bir karanlık ve ölüm. Görmenin görmek olduğu o anın bitişi.

***

Ben geldiğimde ölmüşlerdi.

Yani bozulmuşlardı demek istiyorum.

Belleklerini yeni taşıyıcılara takmam mümkün olmadı. Fiziksel olarak kusursuz durumdaydılar, olmayanları da tamir edebilirdim ama tüm o hengamede kendilerini baştan programlamış ve girdilerini modifiye etmişlerdi.

Belleklerden birini masanın üzerinden ileriye savurdu. Hınca hınç dolu bir barda oturuyorlardı. O ve arkadaşı.

Sırf şu kendisini insan sanan androidler travma geçirip delirmesin diye neler yapıyoruz, insanın aklı almıyor.

Eliyle arkasını işaret etti.

Polislerin söylediğine göre biri vagonun içerisine ayna yerleştirmiş. Bu zavallılar da kapı açılıp bir anda yansımalarını görünce kafayı kırmışlar.

Arkadaşı bunların ona ne hissettirdiğini sordu. Yani o kadar bozuk, insan olduğunu sanan androidi kendilerini parçalamış olarak yerde görmek onu sarsmamış mıydı?

Hayır, sonuçta belirli bir amaç için yaratılmış şeyler onlar. Kaliteli bir bilgisayarım bozulduğunda üzülürüm çünkü parasını ben vermişimdir. Bunlarsa devletin. Bana ne ki?

Arkadaşı anlayışla kafasını sallayıp suyundan bir yudum aldı. Kravatını biraz gevşetti.

Bira istemediğinden emin misin?

İstemediğini söyledi. Sahi, neden deliriyordu bu androidler?

Basit. Onların yapay zekâlarını kodlarken bir şeyler yazıyorlar. Yazılımcılar. Biliyorsun, ben donanımdayım. Bunlar da kendilerini insan sanıyorlar. Tiplerine bak.

Sesini alçalttı.

Arabalarda kaza testi yapılan mankenlere benziyor hepsi. Ağızları burunları bile yok ama şu geldiğimizden beri sakalını düzeltip duruyor mesela. Hayır, hepsi de diğerleri onun sakalı varmış sanıyor, o manyak bir şey.

Arkadaşı bunun delirmeleriyle bağlantısını çözemediğini söyledi. O da normal sesiyle konuşmaya devam etti.

Anlasana, aynayı falan ayırt edemiyor mercekleri. Lönk diye kendilerini görüyorlar. Böyle, olduğu gibi...

Nedenmiş peki? Ne gerek varmış?

Ne bileyim be abicim! Ahiret soruları gibi.

Birasına bakarak dalıp gitti. Sonra masaya abanarak arkadaşına iyice yaklaştı. Bulanık, bir tünelin ucundaki biri gibi, şekli şemalı belirsiz bir adam.

Ben seni nereden tanıyorum ki ulan? Kimsin sen?

Belleği makineden çıkardılar. İki kişiydiler. Soruşturmadan sorumlu memurlar.

─ Baştan mı başlıyoruz, diye sordu belleği elinde tutan ilk memur.

─ Bir kere daha deneyelim ama bu sefer direkt aynayı sorarak başla, diye cevapladı ikinci memur.

─ Bence de. Yeterince düzgün çalışıyor.

Simülasyon yüklenirken, ayakta, biraz arkada duran ve alnını kaşıyan ikinci memur sormaktan kendisini alamadı:

─ Bu androidleri niye böyle bir olay yerine göndermişler ki? Belli tost olacakları. İsraf. Gidip biz baksak aynayı kırıp delilleri mahvetmek zorunda da kalmazlar.

Diğer memur sandalyesinde hafifçe dönecek oldu, o sırada soruyu bilgisayarın hoparlöründen teknisyen cevapladı.

Hangi işimizde bir yamukluk yok ki be abi.

***

Ama bir son değildi. Üstlerindeki tüm illüzyon dağıldığında ve çıplak, cinsiyetsiz, birbirinin aynı bedenleriyle kaldıklarında sıra dünyaya gelmişti.

Yere düştüler. Elleri -bütün bedeni gibi siyah turmalinden, boğumları çelikten- yere değdiği anda, metronun zemini dağıldı.

Yerdeki karolar öncesinde beyazdı ve çok parlaktı. Tepelerindeki floresan, ışığını olduğu gibi yansıtıyor, tek bir lekenin olmadığı ve tek bir tozun uçmadığı istasyonu aydınlatıyorlardı.

Duvarlara duyurular asılmıştı. Örneğin, yarın akşam kültür merkezinde 20.00’da başlayacak bir tekno blues festivalinin cıvıl cıvıl afişi vardı. Onun yanında daha geniş, sarı puntolu harflerle yazılmış, yatay siyah kesiklerle çerçevesi çizilmiş, bir platformdan düşen çöp adamın bulunduğu “Dikkat! Sarı bandı geçmeyin!” uyarısı. Biraz ilerisinde günlük resmi gazete, onun ilerisinde bir aksiyon filminin ve başka bir romantik komedi filminin afişleri, yapılacakların ve yapılmayacakların söylendiği küçük puntolu çeşitli duyurular... Duvar uzayıp giden bir panoydu. On, on beş metrede bir tekrarlanıyordu.

Tüm istasyonun eni yüz metre kadar. Genişliği on metre civarı.

Önlerinde, açık kapısından o mendebur aynanın gözüktüğü vagon duruyordu. Metro, istasyona sığmayacak kadar uzundu. Bir kılıcın keskinliğiyle uzanıyor ama yer yer vagonların ek yerleriyle bölünüyordu.

Hiçbir vagonda pencere olmadığı için metronun içi, içlerindekiler meçhuldü.

Sonrasında karolar zerrelerine ayrılarak yükseldi. Floresanın ışığında her yeri toza boğdular ve ortalığı gri bir sisin altına gömdüler. Çok kısa bir an. Afişleri dalgalandırmadılar. Dalgalandırmaya vakitleri olmadı. Yerlerinden söküp aldılar en fazla. Işık birkaç kere sönüp yanarak direndi. Son kez söndüğünde bir daha geri gelmedi.

Yine de etraf aydınlıktı. Kırmızı, her yere eşit dağılan soluk bir ışıkla.

Yer tamamen tele dönüşmüştü. Altında çapraz hatlarla desteklenmiş demir bir iskelet. Işık birkaç metreden daha fazla aşağıya uzanamıyordu. Sonsuzluğa giden bir uçurum.

Duvarın yerini aynı teller ve demir iskelet almıştı. Arkasında, birbirine vidalarla tutturulmuş demir plakalardan oluşan, üstünden geçen boruların ek yerlerinden bazen ince buharların çıktığı ve bir süre asılı kaldıktan sonra ağır, yağlı bir havayla sürüklendiği bir koridor.

Diğer tarafta paslanmış, pencerelerindeki camlar kırıldığı için demir plakalarla kapatılmış külüstür bir metro. Kapının karşısındaki aynadan her şey olduğu gibi yansıyordu.

***

Bir konteynırın içini andıran bir evde, gerçi gayet de birbirine eklenmiş konteynırlardan oluşan bir şehirde “andıran” demek doğru olmayacağı için düpedüz bir konteynırın içinde, masaya mum görüntüsü vermek için koyulmuş, yarı katı yağ atıklarından şekillendirilmiş kütleleri yakmayı deniyordu. Kafasında hayvan kıllarından yapılmış grili siyahlı bir peruk. Aynı kıllardan kendisine gür bir bıyık da yapmıştı.

Üstünde mavi çöp poşetlerinden yapılmış, kravatlı, şık bir takım.

Masanın ayakları yerine oradan buradan çıkmış parçalar konulmuştu: bir arabanın şaft mili, üst üste konulmuş ve üstünde yazı okunamayan tenekeler, boş kitaplar, boş gazete balyaları... Hiçbir şeye yazı yazılmıyordu, gerek yoktu da zaten çünkü merkez veri bankası onları fark ettirmeden, merceklerden giren veriyi sentezleyerek insanlar için dolduruyordu. Yani, androidler için. Farklı şekilde isimlendirmek bir fark yaratacaksa.

Onların mercekleri için değil. Bağlantıları çok önceden kopmuştu.

─ Hayatım, sofra hazır, diye bağırdı yatak odasındaki karısına.

Sofrada tabak yerine düz, bardak yerine bükülmüş, çatal ve bıçak yerine sivriltilmiş plakalar.

Karısı salonun kapısında durakladı ve ancak kulaklarına kadar uzanan, kocasınınkine benzeyen, cansız, ölü hayvanların kıllarından ibaret peruğunu eliyle düzeltti. Dudağını, daha doğrusu dudağının olması gereken yeri koyu kırmızı bir yağ tabakasıyla renklendirmeyi denemişti. Biraz da yanaklarına sürmüştü.

─ Nasıl olmuş, diye sordu.

Sesi tek düzeydi ama hafif bir neşe olduğunu hissettiğinize yemin edebilirdiniz.

Üzerinde, çöp poşetlerinin içini yazısız gazete kağıtlarıyla doldurarak yaptığı iki parça giysi.

─ Çok güzelsin, diyerek kravatını düzeltti kocası.

─ Sen de öylesin, sevgilim.

Yaklaşıp kocasını öptü. Kocası da onu. Sonra nazikçe elinden tutarak, sandalyesini geriye çekerek oturmasına yardım etti.

Sofrada yemek niyetine hiçbir şey yoktu. Gerek de yoktu zaten.

Konteynırın kapısı gürültüyle tekmelenip içeri iki memur girene kadar birbirlerine öyküler anlattılar. O gün neler yaptıklarını. İşten erken çıkıp yemyeşil çimenlerde gezdiklerini, uçurtma uçurduklarını, kadının nasıl o elbiseyi bulmak için saatlerce gezip yorulduğunu, kocasının kısa süreliğine işe dönüp nasıl başarılı bir hamleyle yaşanan krizi çözdüğünü ve kadının yanına döndükten sonra, alışveriş merkezinde oturdukları yeni dondurmacının dondurmalarının ne kadar lezzetli olduğunu, boğazlarının ağrımasından korktuklarını...

Akşam film izleyebilirlerdi, televizyonda -boş ve mat bir plaka- güzel bir film oynayacaktı.

İki memur. Çıplak bedenleriyle birbirinin aynı. Ellerindeki silahları onlara doğrultmuşlardı. Mum ışığında, tertemiz bir örtünün serili olduğu masada, bardaklarında şaraplarla oturan ve henüz sofranın ortasındaki hindiye dokunmamış çifti gördüklerinde bocaladılar.

Hiç de androidlere bilinçli olarak zarar verebilecek gibi gözükmüyorlardı.

─ Sessiz kalma hakkına sahipsiniz, diye bağırdı içeri giren ikinci memur. Söylediğiniz her şey...

Cümlesini bitiremedi. Yatak odasındaki, masanın üzerinden gördüğü o şey, onunla aynı hareketleri yapan android, yoksa, bir aynadaki yansıması mıydı?

Bütün illüzyon o anda dağılmaya başladı.

Not: Bu öykü ilk olarak 2020 yılında Esrarengiz Hikâyeler'de yayımlanmıştır.
Mastodon