Mesaj

· 7 dakikada okunur
Mesaj
Fotoğraf: Scott Kelley / Unsplash

Gördüklerimi anlamlandırmakta zorlanıyordum. 4 yıldır üstünde çalıştığım problemin çözümü nasıl olurdu da bu kadar basit olabilirdi? Sağlık panelim adrenalin seviyemin yükseldiğini haber verdi. “Tehlikede misiniz?” Hayır seçeneğini tıkladım. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” Tekrar hayır. Rahat rahat heyecanlanmanıza bile izin vermiyorlardı. Yetmezmiş gibi psikolog randevumu hatırlatmak için holografik uşak plop diye odanın ortasında beliriverdi. Uşağa o kadar sinirlenmiştim ki eğer denk gelecek bir cismi olsaydı kesinlikle ağırca bir şeyi kafasına yiyecekti.

Holografik uşaklar, benim gibi insanımsılar ve tümüyle devrelerden ibaret olanlar... Hepimiz öyle ya da böyle dünyada eskiden hüküm sürmüş olan insanların gölgeleriydik. Bunu olduğu gibi kabul edebilenler kadar benim gibi bir türlü sindiremeyenler de vardı. Onca terapiye rağmen hâlâ laboratuvar ortamında yaratılıp genetiğiyle oynanmış bir embriyodan, yapay rahim içinde büyütüldüğüm gerçeğini kabullenemiyordum. Hâlâ gerçek bir insan olmanın özlemini duyuyordum. Hasarlı veya kusurlu olmanın, belirsizliğin ve sonsuz ihtimallerin. Psikoloğum değer sistemimin tamamen çöktüğünü ve bunu ancak konuşup paylaşarak, hatta tamamen yeni bir değer sistemi inşa ederek aşabileceğimi söylemişti. Aslında doğrudan söyleyemediği ve cümlelerin arasına gizlediği gerçek şuydu; topluluk içindeki bütün bireylerin değer sistemlerini topluluk bilinci denen şeyle senkronize etmesi gerekiyordu. Ortak bilinç, ortak ülkü. Bilincine ayrı, ülküsüne ayrı sıçayım, diyerek çıkmıştım en son terapiden. Sanırım psikolog ne dediğimi duymadı çünkü sağaltım merkezi görünümlü bir hapishane yerine halen kendi evimde oturmaya devam edebiliyordum.

Gözlerim havada gezinen koordinatlara kenetlenmiş haldeyken ikinci defa beliren uşağa bu sefer sakince randevuyu iptal etmesini söyleyip müziğin sesini iyice açtım. O büyüleyici ses odamın duvarlarında yankılanıyordu ve bunca yıldır bana anlatmak istediği sadece şu koordinatlardı öyle mi? Sopranonun sesi beni zamanda geriye götürdü, dört yıl öncesine. Soprano ilk keşfedildiğinde heyecanla karışık bir infiale sebep olmuştu. Kusursuz bir şekilde tasarlanmış genetik haritası bu yeteneği barındırmamasına rağmen böylesi büyüleyici bir sese sahip olması herkesi şaşırtmıştı. Tasarımcılar bir embriyonun geleceğine dair bütün olasılıkları öngörülebiliyorken, doğanın böyle bir feyk atmasını kimse beklemiyordu.

Ses tellerinin neredeyse doğaüstü denecek uyumu, her ses telinin titreşimindeki benzersizlik... Benim gözüme çarpansa, alışılagelmişin dışına çıkarak sopranonun sadece kendi bestelerini seslendirmesi ve bu eserlerdeki ortak noktalardı. Notaların ne olduğu önemli değildi, nefesin alışı ve verilişi, vurgular, frekanslar arası geçişler hepsi aynı imzanın izlerini taşıyordu ve ben dört yıldır bu imzanın peşindeydim. Şu ana kadar.

Doğrulamaları, sopranonun bütün eserlerine uygulamam gerekiyordu. Elimdeki tüm hesaplama gücüne rağmen bu birkaç saat alacaktı. İşlemi başlattım. Heyecanım her eser doğrulandıkça artıyordu.  Sağlık panelim sürekli uyarı yollamaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Sadece sopranonun sesindeki koordinatlar değildi bu gerginliğin sebebi. Daha önce belirlenmiş kaderinin dışına çıkabilen kimse olmamıştı. Gerçek bir insan olmadığım fikrini kabullenemezken, sopranonun varlığı, bunun olabilirliği hali hazırda kırılgan olan değer sistemime ağır bir darbe indirmişti. İnsanımsıydım ben, aslında makineden farkı olmayan, tasarlanmış bir insan. Öte yandan teoride sopranonun da öyle olması gerekiyordu, fakat belli ki değildi. Bunun tamamen bir hatadan kaynaklandığını ileri sürseler de bir şeyler yerinden oynamıştı işte. Sistemle bağım silikleşmişti ve ben asılı kalan düşüncelerim ile havadaki koordinat ekranının sayıları arasında bir o yana bir bu yana basit sarkaç salınımı yapıyordum.

Holografik uşak hesaplamaların bittiğini haber verdi. Tüm sağlamalar aynı sonucu gösteriyordu. Harita ekranı önümde belirdi ve koordinatların bulunduğu yeri gösterdi. Bulunduğum yere çok uzak değildi ama taşıma rotalarının da dışındaydı. Aceleyle eşyalarımı hazırlayıp aşağı indim. Otobisiklet oturmamla birlikte beni hatırladı; boy, pedal yüksekliğini otomatik olarak değiştirdi. Yavaşça pedala yüklendim.  Kulaklarım arasından rüzgârın sesini duymayalı çok olmuştu, bunu özlemiştim.

Sokaklarda benim gibi insanımsılar yürüyordu. Onlar henüz doğmadan belirlenmiş işlerine, hayatlarına gidiyorlardı. Onlara sessizce makineler eşlik ediyordu. Gerçek insanların suyunun suyu olan makineler. Bütün bunlardan bihaber olduğum çocukluk zamanlarıma dönebilir miydim? Bize hiçbir zaman bir seçim hakkı verilmemişti. Kendi hayatlarımız içinde tutsaktık.

Cadde gittikçe tenhalaşıyordu. Son binalar bittikten sonra şöyle bir geriye dönüp baktım. Kimin eseriydi bu şehir? İnsanlardan mı bize kalmıştı? Yoksa insanımsıların ortak bilincinin mi bir ürünüydü? Belki de kendimi bu kadar zorlamamalıydım. Yorulmuştum. Acaba ne bulacaktım? Bir şey bulabilecek miydim?

Oraya vardığımda güneş batıyordu. Serin bir bahar akşamı. Ağaçlardaki çiçek kokuları çocukluğumun geçtiği kurumun bahçesini çağrıştırıyordu. Silikleşen anılar. Her şeye rağmen mutlu olduğum zamanlar da olmuştu. Verilen çalışmaları bitirince çimenlikte oynamamıza izin verirlerdi mesela. Kimin en hızlı koşucu olduğunu, kimin en yükseğe zıpladığını ezbere bilsek bile yine de oynardık. Kaybedeceklerin ve kazanacakların en başından bilindiği yarışmalar yapardık. Amacımız neydi bilmiyorum. Belki kadere karşı gelebileceğimizi sanıyorduk o günlerde. Bu sanrı zamanla azaldı, ta ki soprano ortaya çıkana kadar.

Sesin işaretlediği yerdeydim. Hiçbir şey yoktu. Ne bir işaret ne bir mesaj. Oturup düşünmeye başladım. Rüzgârla salınan ağaçların sesi kulaklarımdaydı. Sonunda fark ettim. Doğaya ait, rüzgârın hışırdayan yapraklarla yarattığı uyum. Tek bir ağaçtan diğerlerine yayılan armoni.

Rüzgârı bekliyor ve esintinin yapraklara çarpışıyla duyulan melodiyi takip ediyordum. Ağaçların arasından yavaşça ilerledim ve sonunda onu gördüm; yeni çiçek açmış dallarıyla beni selamladı. Yakınlaştıkça melodi ve uyum daha da belirginleşiyordu. Her dalın salınımında sanki bir mesaj vardı. Verdiğim komutla beraber kıyafetime monte edilmiş verici sopranonun ses analizleri önüme yansıttı. İkinci bir ekran üzerine de ağacın her dalının ses imzasını ekledim. Her çiçeğin, açmamış her tomurcuğun bu ahenge katkısı vardı. Acaba ne anlatmak istiyordu?

Analizi çalıştırdım. Sonuç milyonlarca sayı kümesinden oluşan bir veriyi gösteriyordu. Bu sayıların ne anlama geldiği, nasıl şifrelendiğini çözmem yıllar alabilirdi. Umutsuzluğa kapılmıştım. Çözüme ulaşacağımı, her şeyin aydınlanacağını sanıyordum oysa. Saatler geçiyordu. Gün doğmuştu. Bir şeyler atıştırırken sopranoyu dinlemeye başladım. Bir bağlantı arıyordum. Sonunda da onu buldum.

Sopranonun sesindeki imza aslında anahtardı. Bir kasa anahtarı. Kilidi bulmam gerekiyordu. Ağacın müziğinin analizini ve sopranodaki imzayı yan yana iki ekranda izlemeye başladım.  İnanılmaz bir yapıydı bu. Veriler sadece tek anahtarla değil, birden fazla belki de sonsuz sayıda anahtarla çözülebilir yapıdaydı.  Ağacın verdiği her ezgi, farklı anahtarlar için aynı bilgiyi tekrarlıyordu. Bunu kafam almıyordu. Hayal bile edemeyeceğim bir yapıydı bu.

Aklım allak bullak olmuştu. Evrenin en karmaşık matematik teoremlerini çözebiliyorduk, ama bu kadar karmaşık bir yapıya, kendini kendi içinde yenileyen bir matematik teoremine veya benzeri bir yapıya hiç rastlamamıştık. Kendimden geçmek üzereydim. Mesajı, sopranonun sesiyle bütünleştirdim. Birbirini izleyen ve tekrarlayan yapılara ulaşmıştım. Kullandığımız alfabe ile uyumluydu. Mesajı okudum.

“İnsanımsı, yeryüzündeki son insanlardan merhaba. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Çünkü senin ve benim öznel duygularımızın ne kadar uyumlu olduğunu öngöremiyorum. O yüzden olabildiğinde açık ve kısa anlatacağım. Son salgın bir şeyi açıkça anlamamızı sağladı. İnsan türünün sonu geldi. Sahip olduğumuz genetik kodla ardı ardına gelen bu badirelerden canlı çıkamayacağımızı artık kabullendik. Bir grup bilim insanı bütün zayıflıklardan arındırılmış bir genom tasarladı. Geliştirilebilen, isteğe göre eğilip bükülebilen bir zincir. Bu bana nedense malzemesini kendin seçtiğin pizzaları anımsatıyor. Oysaki bana göre sürprizler güzeldir. Onlar öngörülemezliğin insanlığın sonunu getirdiğine inanıyorlardı, ben ve arkadaşlarım ise sonsuz olasılıkların insan türünü bu aşamaya getirdiğine. Kimin haklı olduğuna dair fikir ayrılıklarımızı bir türlü aşamadık ve sağ kalan insanlara sorduk. Sanırım sonucu tahmin edebilirsin. İnsan üretimi için geliştirilmiş yapay zekâ ve makineler planlandığı gibi çalışırsa bu senenin sonunda ilk insanımsılar doğacak. Eğer bu notu okuyabiliyorsan onları büyütebilecek kadar hayatta kalabilmişiz demektir.

Ben insanlığın genetik mirasının rastlantısallığını bütünüyle kaybetmeyi göze alamadım. Fakat elbette ki insanımsıları tehlikeye atacak bir şey de yapamazdım. O yüzden küçük bir kapı bırakmaya karar verdim. Bir kilidi ama birçok anahtarı olan küçücük bir kapı. Üstünde oynanmamış bir gen dizisini doğaya paylaştırdım. Eğer buraya kadar gelebildiysen kilidi ve bir anahtarı bulmuş olmalısın. Açıklamaya gerek var mı bilmiyorum ama bir anahtarı bulabilmek, tanıyabilmek için kendinin de bir anahtar olması gerekir.

Diğer anahtarları bulmalı ve yeniden denemelisin. Bütün bunları bunu rica etmek için anlattım. Hayır aslında rica etmiyorum, sana yalvarıyorum. Lütfen diğer anahtarları bul ve yeniden insan ırkını canlandır. Belki bu defa daha uzun bir yaşam şansı buluruz, belki de bulamayız. Kim bilir? Sonsuz olasılıkların ne getireceğini bilmemekten daha güzel ne olabilir. Ve unutmadan, insanımsılar üreyemeyecek şekilde tasarlandılar çünkü doğal üreme ile ortaya çıkabilecek genetik çeşitlilikten korkuyorlardı. Fakat anahtarlar üreyebilir. Sana iyi şanslar diliyorum. Umarım ilk insan çocuğunu kucağına alabilirsin.”

Okumayı bitirince çimenlere uzandım. Uykusuzluk ve öğrendiklerimin heyecanı beni tüketmişti. Sopranonun sesi eşliğinde gözlerimi kapadım. İçimde bazı taşlar yerine oturmuştu. Belki insan olamayacaktım ama yeni insan ırkının başlaması için bir anahtardım. Ezgi yükseldikçe etrafımdaki her şeye artık daha farklı baktığımı hissettim. İçimde bir umut vardı, bu sefer gerçekten bağlanabileceğim ortak ülküye dair bir umut.

Sopranoya nasıl ulaşabileceğimi düşünmeye başladım. Diğer anahtarları nasıl bulacaktım? Bir yerlerden nasıl doğal yolla çocuk yapıldığını öğrenmem gerekecekti. Kulağıma dolan rüzgârla birlikte sopranonun sesini yabancı olduğum bir şekilde işitmeye başladım. Hiç sahip olamadığım bir anne tarafından mırıldanan bir ninniydi sanki söylediği.  Yavaşça ve huzur içinde düşler dünyasına doğru kaydım.

(Bu hikâyenin fikri ve ilk taslağı Devrim Barış Acar’a aittir.)

Mastodon